dolanmaca, belgelemece, ifşa etmece!

bıdı bıdı bıdı....

30 Ocak 2010 Cumartesi

ankara hikayeleri-1



Rengarenk Ulusta, kullanılamayanların bahçesinde bir çocuk.. Fotoğraf çektirmeye bu kadar hevesliyken, hayatın tedirginliği yüzüne yansımış çocuk..

diyar-ı bekr

Uçağın bir saatliğine mekan duygunu kaybettirmesine izin verdikten sonra, daha önce hiç gitmediğin bir yere gitmek, hele hele daha önce görmediğin için bulunduğun yeri yadırgamana neden olacak bir yere gitmek, ve bu şehir hakkında geçmişi bilip şu anını bilmemek, bilsen de geçmişini görememiş olmak gibi kafanda sallanıp duran düşüncelere kapılmak deneyimi ne denli etkiliyor sorusuna cevap vermeni zorlaştırıyor. Sadece ikinci defa gitmeyi beklemeni olanaklı kılıyor belki de..
Yapılan geziler, görülen binalar, çekilen fotoğraflar kiminle birlikte bu aktiviteleri yaptığına göre şekilleniyor.. Docomomo için yapılan gezi, benim gözümde farklı bölümlerden oluştu böylelikle. İlk kısımda Dicle Üniversitesi ayağı olan Docomomo sunuşları yer aldı. Yer aldı almasına da bu kadar farklı bir yere gelmişken bir salonda toplanıp farklı noktalardan gelen mimarlarla binaların resimlerine bakıp hikayelerini dinlemek pek olanaklı olamadı benim için.. İnsan bilmediği bir yerde hem de göresi çok yerler, binalar, önceden yaşanmışlıklar varken bilgisayardan çıkan resimler pek ilgisini çekemiyor. O bölüm benim adıma hatırlanmak için pek olanaklı değil. Zaten insan hatırladığı kadar anlatabiliyor.
İkinci bölüm Mardin gezisiydi.. Ee, insan diyarbakıra kadar gelmişken aradaki bir saati daha dolmuşla geçirmeye hemen hevesleniveriyor.. Aslında Mardin'i görmeyi zaten hep istemiştim. Geçirdiğim 4 saat sonuçta çok önemli veriler sağlamadı bende.. Dediğim gibi sanki diyarbakır, mardin için bir öngezi yaptım gibi.. Bu bana karşılaştırma olanağı sağladı ama, diyarbakırı daha iyi anlamamı, hatta farklılaştırmamı. Bu kadar yakınken birbirinden bu kadar farklı insanlar olduklarını en çok da.. Sonuçta, coğrafi yakınlık bir birlikteliği her zaman getiriyor gibiydi gözümde, ama öle değildi oralarda.. Mardin bir değişikti mesela.. Belki topografik özelliklerinden, belki de mimarisinden, ama insanlar da bir değişikti, bana göre.. Halbuki, beklediğim değişik şehir diyarbakırdı.. Birisi Kürt, birisi Arap çoğunlukta muhtemelen, evet farkedilebilirdi zaten sokakta konuşulan dillerle.. Arap daha uzakmış bana ki farklı gelmiş.. Ama bu farklılık bir ötekileştirme durumu değil, o kadar çok sevdim ki ordaki dil çokluğunu, oradaki sevimli atölye amcalarını, çocuklarını, o mutlu gözüken insanları.. Bir mutluluk vardı Mardin'de.. Sokakta bu kadar çok kadını bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. Zaten eski bir camide güvenlik görevlisi olarak çalışan abi de aynısını söyledi, karımı bu şehire geldiğimden beri görmüyorum dedi.. İç rahat insanların, korku yok, gerginlik yok.. Ve bu mutluluk insanların yüzlerine yansımış..
Ya Diyarbakır? Duyduklarıma göre, eskiden çok gerginmiş oralar, insanlar sokaklarda bile dolaşmazmış bu kadar, hayatlarına yansımış gerginlik.. Şimdi ise, bu kadar rahat görmek oraları şaşırttı bizimkini, yaşanan açılımın bu kadar umut getirdiğini görmek.. Herkes umutlu, heyecanlı.. Tabii bir bıkkınlık var, taksi şoförü bir maçtan bahsederken bile bu kadar gerginlik olacaksa oynamasın diyarbakırspor diyordu.. İçi burkuluyor insanın, düşünmek bile istemiyor..
Kale dışını gezerken farklı şeyler hissettiriyor Diyarbakır, kale içini gezerken başka.. Burçlara çıkmak, o dümdüz ovayı görmek, hanlarda oturmak, üstünde hem Atatürkün hem "diğerlerinin" bulunduğu halıları görmek, taşıyla inşa edilmiş o simsiyah Diyarbakır bir değişik.. Hele Bienal'de izlediğin bir videonun yerine gitmek, gittiğin vakit de akşam ise, hava kararıyor ise daha bir başka.. Hissettiklerin, korkuların.. O cezaevi duvarında hayal ettiğin Foucault posteri, onu taşlayan çocuk, bir türkü çığıran çocuk.. olmamalarına rağmen ordaymış gibi gerilmek.. Tepesi açık olsa da restorasyon yapılıyor olsa da içine girip hava karanlıkken bir cezaevinde bulunmak.. Yaşanmış olabilecekleri kafanda canlandırmamaya gayretle hemen çıkıvermek.. O anı beyninden çıkarıp bir videoya kaydetme isteği.. Zaten kaydedilmeli ki, unutulmamalı.. O restorasyon alanı bile unutulmuş halbuki.. Oraları bekleyen çocuk, ya da adam mı demeliyim bilemedim, gelmiyorlar dedi aylardır, devam etmez böyle dedi.. Hep böyle yaparlar, yarım bırakırlar dedi.. Çok eskilerden bir de kilise vardı yakınında.. İşkencelerin bir kısmı da orada yapılırmış.. O yüksek, sessiz, insanın içini sıkan kilise.. Yaşananlar, deneyimler sadece akılda kalmıyor gibiydi.. Duvarlara, taşlara yansımıştı, içlerine sinmişti.. İşkence denmeden dahi, dinsel bir sembol olan kilisede insan sıkılmaya başlıyordu.. Evet, havanın kararması bir etkendi.. Ama oralar o havadan daha karanlıktı!
Fotoğraf dahi çekemedim, evet karanlık çıkacaktı çekseydim ama anılarımda değil o zaman hep karanlık kalacak gibi geldi..
Aydınlık fotoğraflarını buldum.. O fotoğrafları ben çekmediğimden mi, yoksa ne bienal videosunun ne de yaşanmışlıklara uymamasının mı etkisindendir bilemedim ama olmadı işte, ne zaman baksam benim gittiğim yer farklı gibi geldi..





Orduevinin yeri, polisin yeri.. Ne kadar önemsiz bizim için, ankarada istanbulda gezerken.. Ama bir Diyarbakırlı şehri gezdirirken bunları gösteriyor sana.. Burası Jitemdi diyor, bak burası da meydandaki orduevi..
Bir çay içelim mi diyorsun ve ardından o içimi çok zor olan çaydan yudumluyorsun birlikte.. Ama umut var.. En azından vardı.. Bundan bir iki ay öncesine kadar vardı..
Bir arkadaş edindim kendime.. Adı Roza..


Edit: Kelimeler benim için doğru araç değildir belki.. fotoğrafların invert hali bende yarattığı diyarbakır cezaevinin imajını daha iyi anlatabilir gibi..




Hangisi gerçek?



18 Ocak 2010 Pazartesi

inovatif.. sosyal.. ekolojik.. ?? (foto)




elimdeki verileri hala bir çerçevede toparlayamadım ama viyana toplu konut örneklerinden fotoğraf yükleyeceğimi söylemiştim istek üzerine.. biraz geç oldu kusuruma bakmayın.. hem domuz gribi oldum sanırım, hem de bir anda yoğunlaştım..
çok fazla fotoğraf yerine, kaliteli olanlardan koyuyorum..

17 Ocak 2010 Pazar

mimar tati!!!!




çok heyecanlandım, o kadar ki daha okumadan linkini vereyim dedim..
ne zamandır bahsediyorum jacques tati'den mon oncle dan..
www.mekanar.com sen çok yaşa.. demet dinçer sen de öyle..
çok şeyler yazamayacağım meraklıyım, okumam lazım.. ama şu aralar konut dersi bitimi bir kaç günlük sergi, panel, film gösterimi içeren bir projemiz var gibi.. eğer başarılı olursa mon oncle'ı izlemeye bekleriz efenm:)

okudum:)

"Genel olarak bakarsak; Mon Oncle, modern hayata getirilmiş en büyük ve aynı zamanda da en gülünç eleştirilerden biri. 1950li yıllarda Tati’nin gördüğü bu çerçevenin günümüzde ne kadar değişip değişmediği bence sorulması gereken önemli bir soru ve film, doğduğumuz bu hayatta kendimizi ve yaptığımız işi sorgulamamızı sağlıyor. Mimarlık, film boyunca eleştirilerin aktarılması için bir yol olarak görülse de, moderni modern yapan, kavramın yaşantıya taşınmasında ve yaşantının kavramsallaştırılmasında çok payı olan bir alan. Bu alanda boy gösteren, göstermeye çalışan insanlar olarak da Tati’nin çerçevesinden biraz dünyaya bakmakta fayda olacağı kanısındayım. Gelenekselci ya da modernci gibi –ci’li eklerden uzakta, tam da o noktadan duruma bakmak 50’lerde başarıldıysa, bugün neden olmasın?"

"bldg blog"



Yeni Mimar gazetesi ekim ayı sayfa dört:

Mimarlık teorisyeni Geoff Manaugh' un blogu hakkında 1,5 sayfa yazı varmış.. Blogu kitaplaştırmışlar.. içinde denemelerden tutun her konu ile ilgili materyal bulunuyormuş, çünkü kendisi her konunun mimarlığa bağlandığına inanıyormuş ve herkesin bu konuları farketmelerini sağlamak istiyormuş..

yani muş muş da muş olmasın da bakalım değil mi neler yapmış:)
sevgiler

inovatif.. sosyal.. ekolojik.. ??



Ankara Büyükşehir Belediyesi, çok büyük bir başarıya imza attı bence bu sefer.. Kızılay, Zafer Çarşı'sında bir sergi açtı.. öncelikle birleştirmeye çalıştığım resmin kalitesiz bir imaj yaratmasından ötürü özür diliyorum.. Ama sergi alanı ile ilgili bir çerçeve çizmek istedim.. Birincisi sergi alanı dediğimiz mekan, sadece boş bir salon.. İkincisi sergiler için kullanılıyor olabilir, ama nasıl oluyor da duvarlar düz beyaz olmak yerine parçalı ve renkli olabiliyor anlamadık.. Herneyse, ana konuya girelim..

Girdiğiniz zaman, yani fotoğrafa baktığınız zaman sol kısım Viyana'daki toplu konut örneklerine ayrılmış, ki 2008 Venedik Mimarlık Bienali'nde sergilenmiş, sol kısım ise TOKİ uygulamalarına ayrılmış..
Girdiğiniz zaman, yani fotoğrafa baktığınız zaman sol kısım Viyana'daki toplu konut örneklerine ayrılmış, ki 2008 Venedik Mimarlık Bienali'nde sergilenmiş, sol kısım ise TOKİ uygulamalarına ayrılmış..
Girdiğiniz zaman, yani fotoğrafa baktığınız zaman sol kısım Viyana'daki toplu konut örneklerine ayrılmış, ki 2008 Venedik Mimarlık Bienali'nde sergilenmiş, sol kısım ise TOKİ uygulamalarına ayrılmış..

Umarım yeterli vurguyu yapabilmişimdir..:)
Nasıl oluyor da böyle bir işe cesaret edebiliyorlar öyle değil mi? Gezerken beynimde sürekli yankılanan buydu..
Ne düşündüler acaba??

"Buyrun burda, dünya üzerinde insana verilen değeri gösteriyoruz, burda ise bizim size vermediğimiz..??"

Amaç muhtemelen sadece yapılan işin altına imza atmak, yeri geldiğinde neler yaptığını kocaman paftalara yazmak..


Çünkü mekansal aksaklıklardan ötürü, Viyana'dan gelen serginin şeffaf pleksiglasa basılmış olması, duvarda sergilenen paftaların okunmasını engelliyordu, orda burda gölgeler, ne yazılar anlaşılıyor ne de fotoğraflar net gözüküyordu.. Hadi bunları da bir kenara bırakalım, ingilizce olan açıklamaların yanında tercümesi yoktu, yani şöyle bir yanından bir şey anlamadan yürümek için asılmışlardı..
Bir tek farklı bir tasarımla yerde sergilenen projeler netti, onlarda da zaten açıklayıcı birşey olmadığından farklı farklı binaların resimleri dikkat çekebilirdi ancak..

Tabii, bir de TOKİ uygulamalarından seçmece yaparak ne kadar fazla farklılık olabilirse onlardan koymuşlardı, zaten topu topu kaç adet proje varsa, bir kaç tanesi de hastane vb projeleriydi.. Ve tabii ki bir masada Yenimahalle Toplu Konut Uygulaması Satış Duyurusu dağıtılıyordu..

Söylemeden edemeyeceğim.. Bütün sergiyi Ajda Pekkan ve Nilüfer şarkıları eşliğinde gezmeye mahkum edildik..

Viyana sergisi adına üzgünüm..

metafizik-diyalektik

Dün akşam, kafamda milyon tane düşünce dolaşırken, yarım saat boş kaldığım bir zaman dilimiyle karşılaştım.. Şansa bak ki, tüm gün yanımda dolaştırdığım her saniye okuduğum materyallerimi de evimde bırakmıştım.. Ama o sırada yardımıma çantamda bulundurduğum bir kitap yetişti.. Kendisini hiç okuyamamıştım.. Yanlış anlamayın her saniye milyon tane şey okuduğumdan değil, resmen son zamanlara kadar çektiğim okuyamama sorunumdan kaynaklı.. herneyse lafı uzatmayacağım yine..
Hele hele o kitap beni korkutmuştu daha önceden.. Adı da Felsefenin temel ilkeleri olunca tabii, ben de yarattığı genel izlenim "hmm" oluyordu.. E insan yaratıcı, düşünen, üreten bir döneme girdiğini zannedince bir anda şevk geliveriyor, ya da sadece sigara ve çay içmenin yetersiz olacağına kanaat getiriyor, yani sıkılmak yerine, beynini felsefe için birazcık zorlamaya karar veriyor..
Bugünlerde konuşasım mı var ne, uzattıkça uzatıyorum, yani zannetmeyin ki burda size olup biten herşeyi anlamanıza yarayacak bilgiler vereceğim:)

Sonuç: Kitap Georges Politzer'in, benim gibi insanların anlaması adına ders ders, kısacası örneklerle basite indirgenmiş felsefe anlatımı.. 1.dersi ben dün aldım.. artık içim daha rahat..
metafizik nedir, diyalektik nedir, Hegelin diyalektiğiyle Marxın diyalektiği arasındaki fark nedir, ideal olmak ne demektir, hegelin idee dediği o şey nedir, materyalistlik neyi gerektirir..

Anlayacağınız, hiç çekinmeyin, bu konular üstüne de konuşabilirsiniz, artık anlayabilirim sizi:)))

Ankara'dan Büyükşehir Belediyesi bildiriyor..



Belki mekanar.com'un "Le Corbusier Paris'ten bildiriyor" köşesinden etkilenmiş olabilirim.. İki gündür Ankara sokaklarında çok dolaşıp, metronun elverdiği ilçeler arasındaki seyahat ederken, Büyükşehir Belediyesinin haftalık gazetesini değerlendirmeye karar verdim, ve aklıma ilk gelen köşe o oldu nitekim.. Tam bir sitemiz olmasa da şimdilik, ben de, köşede okunmayacak olsa da böyle bir yazı dizisi yapılabilir diye karar verdim..
Tabii, tek bir konuda anlatılabilecek etkinlikler değil büyükşehir ve diğer ilçe belediyelerinin ortaya çıkardıkları.. o yüzden aklıma geldikçe hafta içerisinde o haftanın konularını girmeye çalışacağım..
Bilip bilmediğimizi merak ettikleri bir sayfa varmış mesela gazetemizde.. Eğer her hafta bu haftaki gibiyse konu alt başlıkları halinde de devam edebiliriz mesela.. biz de altbaşlığımızı biliyor muyuz yaparız..
Aslında yazı bilgilendirici, istatistiksel verilere dayanan bir yazı.. Genel bilgiler veriyor.. Veri önemli sonuçta, en azından bu tarz kurum ve kuruluşlardan bilgi edinmede en azından bir nebze inandırıcılık katıyor, ikna edici oluyor.. herneyse, lafı çok uzatmadan..

İş kazaları

Yarı yılda iş kazalarına maruz kalanların kadın-erkek işçi sayıları verilmiş.. (2975 erkek,179 kadın) Tabii ki kadınlar çok daha az, malum zaten iş hayatında özellikle de işçi statüsünde kadınların varolma oranı, fiziksel, sosyal, ekonomik, hatta ideolojik parametrelere bağlı.. Şu ana kadar herşey çok normal..

Kazaların oluş nedenleri (3018 iş kazası) :
616 düşme
469 malzeme düşmesi
138 elektrik çarpması
1007 makine ve tezgahlar
43 ikmyasal madde
11 göçük
26 zehirlenme
54 dinamit ve benzeri patlama
654 diğer nedenler

Bu veriler için çok teşekkür ediyoruz büyükşehir belediyesine, çünkü okuduğumuzda gerçekten Türkiye'deki işçiye, emeğe, geleceğe verilen önemi görüyoruz..

Ne kadar teşekkür edesiniz geldi değil mi sizin de büyükşehir belediyemize..
Yazı bu verilerle son buluyor, demek ki bizi düşünmeye teşvik etmek istiyor.. Yani en azından ben düşünmeye başladım..
Ta ki, yazıyı okuduktan sonra başlığa gözüm çarpana kadar!!:

"İŞ KAZALARINDA ERKEKLER DAHA DİKKATSİZ"

Büyükşehir belediyesi bildirdi..

toplandık..

yarın sunumda kullanacağım bir projeyi buraya da kaydetmek istedim.. yine www.mekanar.com sitesi sağolsun..
sorunların en büyüğü konut, şu anda ne durumda diye bir soru takılıyorsa aklınıza bu yarışma projesi iyi bir cevap vermiş gibi duruyor..

Massed House (Toplama Konut) Evolo Architecture – New York: House for the 21st Century Uluslararası Proje Yarışması




"Günümüzde kentin evin yerini aldığını ve artık evin var olmadığını söylememize rağmen ironik bir şekilde halen “ev”den bahsediyoruz. Peki evden geriye ne kalmıştır? Modern yaşamın döngüsü içinde birey kendisini nasıl yeniden üretebilmekte, var oluşunu sürdürebilmektir? Kısacası kendisini bu karmaşa içinde ontolojik anlamıyla nasıl evinde hissedebilmektedir?

Çevremiz, konut da dahil olmak üzere, seri olarak üretilmiş nesneler ile sarılı. Satın alınan, kullanılan her nesne kim tarafından, nasıl ve nerede kullanılacağı bilinmeden üretilmektedir. Kullanım öznesinden yoksun olan nesne aynı, çok ve standart olarak üretilmekte ve tüketime sunulmaktadır. Burada devreye en temel psikolojik insan ihtiyaçlarından biri olan anlam yaratma mekanizması girmektedir. Özne, seri olarak üretilmiş nesneler dünyasından konutunu, arabasını, koltuğunu, televizyonunu, ayakkabısını, diz üstü bilgisayarını, içeceğini vb. her nesneyi öngörülemeyecek bir şekilde seçip, kişisel anlam dünyasının mekanını yaratıyor; kendisini evinde hissedebilmek adına."

dolmuş2



bu arada geçen dolmuşla ilgili bir cümle girmiştim.. biraz önce ntv tarih adlı dergide gördüm de ilk dolmuş 1900lar başında londrada görülmüş.. 30larda ise dünya kriziyle birlikte türkiyede ortaya çıkmış..
ek bilgi olsun dedim..

"create"

başka bir konuya girmiş oldum belki ama geçen hoşuma gitmişti.. malum "create" kelimesini çok kullanıyoruz disiplin olarak.. her ne kadar eskilerde kalmış olsa da bazılarının deyimiyle etimoloji, yine de kavramları bir yere oturtmada önem teşkil ediyor bence.. geçen gün Sevan Nişanyan bu kelimenin kökenlerine dönünce sevindim paylaşayım dedim..
-yaratmak-, -create-, -halk etmek-

"metafizik anlamdaki “yaratma” işi insanın doğal dünyasında yeri olmayan bir kavram. Bu dünyada canlılar vardır “doğar”; aletler vardır “yapılır”; doğal nesneler vardır, onlar da öylesine “vardır”, hadi bilemedin “düzenlenir”. “Varolan şeyler neden var” diye üstdüzey bir soru sorunca yeni bir konsept gerekmiş, eh onu da elde hazır malzemeden uyarlayıvermişler böyle."

manipülasyon2..

"Flash Mob Nedir?

Dünyanın pek çok ülkesinde yapılan Flash Mob, katılımcıların daha önceden belirlemiş yer ve zamanda buluşup, yine önceden kararlaştırılan ve amacı sadece eğlenmek olan bir eylemi gerçekleştirdikten sonra dağılması esasına dayanır.
Flash Mob eylemlerinin hiç bir siyasi veya protest amacı olamaz"

İstanbul Flash Mobcuların sitesinden alınmıştır..

Şahsım adına pek bir keyfi bulunmuştur:)


manipülasyon..




flash mob cular olarak tanımlanan gruplar önemli gibi geldi bana.. ileriye dönük bir yazı bizim için bence.. hatta okuduktan sonra geçen dönem mekan algısını değiştirmek için yaptığımız sergi geldi aklıma.. merdiveni devam ediyormuş gibi tekrardan üretmiştik.. insanların daha yavaş inmelerini sağlamıştık.. hatta merdivende zaman geçirmelerini.. yani bir nevi yazıdaki şu piyano merdiven gibi.. tabii bizimki biraz daha ufak bir versiyonu olmuştu, nitekim yanında da çok manidar bir yürüyen merdivenimiz yoktu.. ama olsun hoştu:)
okuyunuz:



"Gecekondu ve dolmuş sorunlara halk tarafından bulunmuş çözümlerdir. Dolmuş sistemle entegre olarak kendini meşrulaştırmıştır nitekim."*


*Ankara atölyesinde dile getirilmiştir.

t-shirt

"şehir değiştirmek kıyafet değiştirmek gibi.." düşüncesi kafamda hep.. nedendir bilemedim. şehir değiştirince kendime ait olmayan kıyafetler giydiğimden mi acaba.. ya da o kıyafetlerin üstümde yarattığı kimlik değişiminden mi.. kimlik değil de kişilik ya da.. insan içinde tek bir kişilik barındırmıyor olsa gerek o zaman.. bilinç ile bilinç altı arasındaki gerginlik çok defa bünye içerisinde yaşanan gerilimlerin bir göstergesi olabilir o zaman.. özgür bırakma kendince.. özgür bırakılma isteğince..
peki ya değiştirdiklerin sonra ne oluyor?? geri mi dönüyor yerine, o baskıların altına yaşadığı belki de noktaya?? durumdan duruma değişir herhalde.. bende dönmedi sanki değiştirdiğim kıyafeti aldım getirdim eski alışkanlıklara, hala giymedim tekrar.. havalar soğudu, sıcak olsaydı giyerdim gibi.. unutulmuş gibi değil de beklemeye alınmış gibi.. onun üstüne aldığım kolyeyi, yüzüğü hala takıyorum.. bir anlamı olmalı..
geçen günün anlamını ise başka biri daha güzel anlatmış ama..

çatılara bak çatılaraaaa:)))


çatılara bak çatılara bak:)) biliyorum garip ama ilk defa galata kulesine çıktım...herkes manzaraya hayran...tamam manzara güzel güzel de ben çatıları gördüm bittim:)) aman tanrım dedim burada bambaşka bir dünya!!! çok az vakit vardı...aile gezdirmece malum:) ağzım açık çatılara baka baka gözüm arkada indim..dedim buraya gelip saatlerce durmalı burda,bütün çatılara tek tek bakmalı...hikayelerini tek tek zihne kazımalı...evet evet yeni uğraşım bu olsun dedim...çatı dünyası:))) şehrin hiç görülmedik bir katmanı...bir curcuna...muhteşem:)))

sarı sarılardı...tam yazılası....dayanamadım...:)))****

***fotoğraflara tıklayıp kocaman görebilirsiniz:)))

ulaşım ağı...hep alışageldiğimiz mekan tanımlarına oturmayan ama mekan olan bir mekan...ne konut, ne iş,ne kültürel ne sosyal aktivite...ama mekan mı?? mekan...günün önemli bir kısmını geçirdiğimiz...kenti algıladığımız yegane zamanın mekanı...
hareket etmek için içinde bulunduğumuz ama en sabit olduğumuz...
günün en kamusal anlarını geçirdiğimiz ama kişisel sınırlarımızın derdine en çok düştüğümüz...
nasıl bir mekan??? nasıl dinamikleri var???


farklı birmekansal kurgu??? arka koltuğun yerini bir boşluk alınca değir mi herşey???


insanlar otobüs mekanında nasıl konumlanıyor...mekansal tercihlerinin belirli bir örüntüsü var mı....

iletişim anları ve mekansal örüntütler hangi noktalarda nasıl ilişkileniyor...mekansal tercihlerden aslında bu mekanın potansiyellerini okuyabilir miyiz?? ve bir katalizör....bu potansiyeli açığa çıkarabilir mi??? buranın gerçek bir mekan olduğunu...barındırdığı kamusal potansiyeli...bize deşifre edebilir mi???


belki de herkes bir fırsat bekliyor...kendini ifade etmek...o mekandaki zorunlu varoluşunu anlamlandırmak...bir sarı kağıt, bir kalem... bunlar bile yeterdi varolanı ortaya çıkarmaya...ki...yetti....:)))

arkamda bıraktığım istanbul...

arkamda bıraktığım istanbul...seni bu hızla algılamak da başka...akıp giden ışıklar,yollar,binalar...bir var olan bir olmayan silüetler...gördüğün kim?? seni gören kim??? otobüsün camında bir istanbul...bir sürü istanbul..bir adam..kimse kim...bir adam işte! sadece istanbulda hareket eden iki nesne...kameralı kız ve ne idüğü belirsiz bir adam...kim bakıyor??? kim izliyor...kim algılıyor...

istediğiniz bir şarkıyı açın...izlerken belki de bir sürü kere geçtiğiniz bir yol...ben her sabah, her akşam geçtim de...o hayalet neredeydi??? kayan ışıklar...çerçeveye dahil olan ve bir anda kaybolan binalar...ağaçlar..,insanlar...

size istanbulu anlatmanın belki de en güzel yolu...aynen böyle işte...hareket halinde...gözün neyi yakalarsa...o an kameranın önünden ne geçerse...adam mı? hayalet mi?? bina mı,ağaç mı??? o anlık...düşünün şimdi..ve bir albüm yapın kafanızda...fotoğraflar, parça parça...hepsi bir istanbul...sonra montaj...oynatın arka arkaya...işte o çıkan sizin istanbulunuz...benimki de hiç benzemeyen ya da başkasına...sadece sizin...

vale park hotel...hiç fena değil,ha? ispark motel...eh işte...

tam çeksem mi?? dayak yer miyim derken...aman abartma deyip eve gitmem...kapıda kaldığımı sanıp geri dönmem...makinayı çıkarırken çalıveren "smoke on the water"...ama nasıl gaz nasıl gaz!!! sanırsın dünyanın en muhteşem fotoğraf makinasını çıkarıp ödüllük foto çekecek!! amatesadüf olamaz...bu fotoğraf çekilmeliydi demek ki...meğer kapıda kalmamışım, anahtar da çantadan çıktı, iyi mi:)))


işte sana yaratıcı metropol:))) hep derdim...yemekle mutfak, muhabbetle misafir odası, uyumakla yatak...bunlar kent insanı için zorunlu bağlantılar değil...dışarda ye, sokakta otur, otobüste uyu...herşey mübah şu metropo dediğinde canım...ama bu amca beni şaşırttı doğrusu:)))

amcam çengelköye atmış yatağı desem abartmış olmam...çekmiş "vale park alanı" na, vermiş otel parasını, ohhh mis!!!! ya işte yaratıcılık diye buna derim...otoparktasın bi de, paranı vermişsin...başında bekleyen de var...için rahat:))) vale hotel:)))

çok beğendim...bir gün arabam olursa ispark ispark gezip uyumazsam ne olayım:))))

...lütfen kaputtaki ayağa dikkat:))))

çevre fotosu veremedim ama ekleyeceğim...baya baya ortalık yahu:)))


nou sommes déplacé...alles...terkedilmiş koltukları çeken kızdan terkedilmiş şemsiyeleri çeken çocuğa sevgilerle....*

şemsiye demiştim...kamusal alanın içinde bir gerilim alanı belki de...var edilebilen ve yok edilebilen mobil bir kişisel alan...yağmurda birinin şemsiyesinin altına girmekle üşüyünce evine dalıvermek aynı şey miydi???

her bir şemsiye kamusal alana izdüşümümüzü bırakır gibi aslında..."burası şimdilik de olsa benim"der gibi...belki de geçici bir mülkiyet alanı...belki de öyle olduğu için kendimi tutamayıp dalıverdim...aynen görüğüm her açık perdeden içeri bakmaktan kendimi alamadığım gibi...özel mülkiyet...benim demek...ait ilan etmek...
peki ya terketmek...terkedilmiş bir mülkiyet...sokağın kenarına atılmış bir kişisel alan...o kadar ait olmuşsa neden atılmıştır ki bir kenara??

bir zamanlar kendimizi çok da güvende, "ait" hissettiğimiz bu mekan(cık) tan neden vazgeçmişiz ki...onu da mı tüketmişiz?? ne yapmış ki bunu hakedecek...alt tarafı kumaşı yırtılmış biraz, belki sadece demirinden çıkmış kılıfı...ama hiç uğraşmamış mıyız onun için???

ama biz hiç ait olmamışız ki...yırtılmış yenisini almışız...bir zamanlar "mülkiyetimizmiş"..bizi onca yağmurdan korumuş, bize emek vermiş...ama biz ilk hatasında terketmişiz...çöp etmişiz "benim" dediğimizi...aynen biraz daha kazanınca eski "evimizi" yeni "konutumuza" değiştiğimiz gibi...o mekanın bize ait izlerinden kopuvermişiz bir anda..ne için? belki de sadece "rezidans" diye mi??? tüm anılarımıza sırtımızı dönmüşüz...neden boyası mı dökülmüş...tesisatı mı eskimiş..yenilenemez miymiş?? kumaşı mı yırtılmış, demirinden mi çıkmış...takamaz mıymışız??

bırakıp gittiğimiz bir ev...sokağa bırakılmış bir şemsiye..."mülkümüzmüş" ama hiç bizim olmamaış...belki bir gün sevgilimizle yürümüşüz onun altında...bir sürü anı kazınmış o yırtık kumaşa...ama anılar değmezmiş saklamaya,uğraşmaya bu "at-yenisini al" dünyasında...ne de olsa anılar da atılabilir,yenisi alınabilir olmuş...

sokak kenarında kalmış şemsiyeler...kırık dökük...neler biliyor...neler yaşamış...bir bu kız mı merak etmiş hikayelerini, konuşup sormak istemiş...düşünmüş ne kadar hüzünlüler diye...

cihan'a çok teşekkürler...bu dünyada, bu zamanda kimin dikkatini çeker ki sokak köşesinde duran hüzünlü bir şemsiye...o çekmese, ben yazmasam...öyle unutulur gider...tüketilir...herşey gibi...
**fotoğraflar: cihan karapınar

je suis déplacé....



yersiz..yurtsuz...öylece durmak...aidiyetsiz...biraz da tuhaf belki...eğreti duran...heryere dahil oabilen ama hiçbir yere ait olmayan...olmaması gereken bir yerde belki...oturma odasından kopmuş...sokağın ortasına atılmış...oturulmamış da çöp atılmış...yerini yurdunu unutmuş...yakışmamış...belki de her geçen burun kıvırmış...ama artık oturma odasına da alınmazmış...kim istermiş ki bu yerini şaşmış,kendini bilmezi tekrar eski yerine...savrulup gitmiş...artık burada olsa ne farkedermiş...başka sokakta olsa ne?? her türlü hayatı "deplasman"da yaşanacakmış artık...aynı bienaldeki nar taneleri gibi...yerine geri sokulamayacak...
her yer aynı..her yer deplasman...evet evet diyorum ya "je suis déplacé"...
yersiz,yurtsuz...öylece savrulmaca...

istanbul modernin bizi her daim ağzı açık bırakan "kitap-tavan"ı


evet evet yazarken aynen bunu düşünmüştüm!! kamusal ve özelin çok ince bi çizgi üzerinde gidip gelmesi...bir yandan mesela kitap da çok özel...hem bireysel bir üretim, bir nevi bireyin bilinçaltının "kağıtsal" mekanda hayat bulması...hep yatak başucunda duran, çantada taşınan...çok kamusal bir kitabevinden alınıp bir anda çok özel olan...sonra birine ödünç verilen ama mutlaka geri alınmak istenen...ve tavanda yüzlerce kişisel hikaye, yazılmışlık, dokunulmuşluk,okunmuşluk...bir anda çok kamusal...her kitaptan okumak istiyor insan yazarın beyninden o tavana kadar ki yolculuğunu...daimi özel-kamusal arasında gidip gelen bir durum...kitap...

saçmalıkları nereye gönderdin eyy akıllı,mantıklı modern kent!!!











saçmalamak güzeldir...ve önemlidir...aslında saçmalama hakkını tanısak kendimize, keşke...monoton monoton deyip durmak kolay, sıkıysa kır o monotonluğu da saçmala biraz...sonra öyle bakınırken gördüm ki birileri saçmalamış..hem de pek güzel saçmalamış...siz de bakın da iç geçirin keşke saçma sapan bir dünyada yaşıyor olsaydık:)









kamusalı yeniden düşünmek:kırmızı göksel kent peyzajı-koydum ben adını-








red umbrella porject...işlevsel bir durum yok ortada...tek istenen kentsel peyzajı yeniden düşünmek..neden olmasın???çok keyifli değil mi? bir sokak kırmızı şemsiyelerle kaplı olsa...belki başka bir sokakta hurdalardan bir enstalasyon yapılır? bir sokak olsa iplerle falan donatılmış, aralarından geçip, hoplayıp zıplasak...OYUN ALANI olsa şu kent...mesela ben olsam geçerken şöyle bir zıplar şu şemsiyeleri tutmaya falan çalışırım:)
hadi ben de vereyim bir referans...

şemsiye kent, nasıl olsa ki???


bir de şemsiye hikayesi var tabi...şemsiye ve mülkiyeti düşündüm dün bir de...ne günmüş yahu!! ama işte istanbul sokakları..insana düşündürüyor ne yaparsın...üsküdara gideriken aldı da bir yağmur...hem de nasıl-gerçi istanbulun heeep bahsettiğim yere paralel yağmurundan olmamasına sevinmek gerek- üsküdardan beşiktaşa gidilecek ama motor yok!! hayret, hep olan şey...yağmur yağmur...insanların da şemsiyeleri var tabi, ama ben!! istanbulda her yağmur bana ahmak ıslatan! bu mevsimde istanbulda şemsiyen yoksa alanen "ahmak" olarak tanımlanabilirsin tabi...eee ama ne gerek var şemsiyeye???

şemsiyenin altı özel mülk mü??? mesela üsküdar iskelesinde bir amcanın şemsiyesinin altına giriverdim...yanlış mı yaptım?? o an çok ihtiyacım vardı düşünmedim ama sonra durdum ve sordum...şemsiyenin altı kamusal alan mı??özel mülk mü??? ya özel mülkse?? bunu düşünmek çok eğlenceli geldi sonra...şehirde gezen iki-üç metrekarelik özel mülkler...daimi değişen sınırlar..bir de renkli renkli...çok komik geldi, ve sevimli...baya eğlendim sonra, o heyecanla beşiktaşta yemeğimi yerken bir heyecan makale bile okudum!!!

ama istanbul bu insana ne yapacağı belli olmaz...kumpire 8 portakal suyuna 6 tl verince gitti beynimin şirin,renkli şemsiyeleri ve dökülüverdi kaynar sular kafama!!!

bir kütle, bir hacim...

Dün biraz erkenciydim...yani erkenci demek benim için iş vaktinde gitmeyi başarmak demek, yoksa öyle "erkenden" gitmek falan gelmesin aklınıza sakın:) sanırım erkenci olmaktan gelen bir rahatlık vardı üzerimde...yani istanbulun o insanı evinin kapısından iş yerindeki masasına kadar alıp atan temposundan çıkmış gayet ağır aksak ilerliyorum...ve çok tuhaf...metrobüse oturduğum an birşeyler oluyor...
bir garip farkındalık...mekanın, kendimin...o telaşın içinde kaybettiğim, savrulup gitmesine göz yumduğum varlığımı tekrar farketmek...bilmem nasıl anlatılır ki? kendini kütlesi,hacmi,eylemsizliği olan bir varlık olarak farletmek şeklinde bir farkındalık...çok tuhaf...rahatsız edici,tekinsiz bir his...
ve bugün...hayatın ritminin yavaşlayıp varlığı acımasızca gözlerimin önüne sermesinden hoşlanmıyorum....evden yine geç çıkıyorum, koşa koşa gidiyorum işe...aklımda sadece acaba bugün kızacaklar mı??? evet bu daha güzel...
ve şimdi anlıyorum...son dakika insanı ben..sevmiyorum sindire sindire yaşamayı...apar topar olsun, çaktırmadan geçsin...öyle sıkış pıkış olsun ki beni öyle bırakıver misin metrobüsün ortasında bir kütle, bir hacim..

neden blog??

mekana dair...kente dair...ifşa etmek için...görüdüklerimiz, duyduklarımız içimizde kalmasın diye...