dolanmaca, belgelemece, ifşa etmece!

bıdı bıdı bıdı....

1 Mayıs 2011 Pazar

Yassakh kardeşim, yassakh!







Arredamento Mimarlık, 2011 yılı, 4. sayıda, Nisan ayı dergisinde "Yasak!" dosyası kapsamında çıkan yazımızdır, ilk göz ağrımızdır:) Özgün ve Erdemle yazdığımız bu yazı yazma biçimi olarak da deneysel bir çalışma olmuştur bizim için. Tamamen internet üzerinden haberleşerek, üç günde yayınlanabilir bir metne ulaşmak mümkündür. Üretme aşkı fiziksel mekanın sınırlarını aşmıştır, yihuu! Gerekli heyecan ve motivasyon varsa her şey mümkündür. Dergi editörü arkadaşımız Sibel'e de buralardan çok teşekkür ederiz. Hepimize yeni yazılar, bol üretkenlikler dileriz:)




















“ARTIK ÇİZMEYECEĞİM, BÜTÜN KABAHAT BENİM”: 
YASAKLARIMIZ MI KAPRİSLERİMİZ Mİ? 



Mimarların ve mimar adaylarının konuşageldiği, yakındığı bir kavram olmuştur “yasak”. Hep yaratıcılığımızın önüne setler çeken kısıtlamalar, tabular, yasaklar… Peki neden her şey mimarın yaratıcılığına karşı bir savaş açmış gibi durmaktadır? Mimarın yaratıcılığının görünür olma mekanı öncelikle kent ise ve biz kentlerimizden bu denli yakınırken yine de bir şey yapamıyorsak bunu bize kim ya da ne yasaklıyor? Yapıyı, arsa sınırlarından belirli metrelerle geri çekiyor olmasak ya da “buyrun çocuklar, istediğinizi yapın” diyen hocalarımız olsa daha mı muhteşem kentler tasarlayacaktık? Yoksa yasak kavramı daha çok zihnimizde yarattığımız bir durum mu? Bir kentin düzenlenmesi için imar kanunlarının gerekliğ olduğu düşünülürse neden bu düzenlemeler dahilinde yaratıcılık ortaya koyma çabasında değiliz ya da neden akademi ile yerel yönetim bu kadar farklı noktalarında duruyor mimarlığın. Alanların birbirine sırtını dönmediği bir durum, birbirini geri beslediği bir durum yaratmaya balayacağımıza yasakları kabullenip küsmek ne kadar doğru? Uygulamacının akademiyi, akademinin pratiği beğenmediği bir çatışma alanında mimarın kendine ya da kente koyduğu yasaklar film sahnelerinden fırlamış bir “artık sevmeyeceğim” kaprisi ya da çeşitli araçlarla meşrulaştırılmış bir çimlere basma yasağından öteye gitmeyen bir sözde yasaklar alanı olabilir mi?


                                                       imaj 2: http://icmihrak.blogspot.com/

Biz Kültür Üniversitesinden Erdem Üngür, taze mimarlık ofisi Atelier Ozone'dan Özgün Çalışkan ile Kadıköy Belediyesinden ben Burcu Arıkan, hem mimar kimliklerimiz hem de akademisyen, uygulamacı ve belediyeci kimliklerimiz dahilinde tartışmaya başlayıp tüm bu kimliklerin haricinde bir arayışa girerek bu “evli evine, köylü köyüne” tabusunu mimarlık alanındaki yasaklar alanının sorumlusu ilan edip bu durumun altını oymaya çalışacağız. Bu tartışmayı bir ürüne dönüştürürken de tartışma kurgusunu mümkün olduğunca korumaya çalışacağız. Erdem öncelikle “yasak” kavramını kelime anlamından irdelemeye başlayacak,

Erdem: Mimarlık disiplini ortaya çıktığı zamandan beri dünyayla birlikte değişiyor, kutsal olan çoğu şey yıkılıyor, küçümsenen durum ve davranışlar çeperden merkeze kayabiliyor ve yeni kutsallıklar üretilebiliyor. Mimarlık disiplininin epistemolojik alanını oluşturan parçalar ve bunların birbirleriyle ilişkileri sürekli bir değişim halinde. Peki 'yasak' denilen şey bu sürecin neresinde konumlanıyor? Biraz tasarım dünyasından uzaklaşıp “yasak” kavramına odaklanacağım.
Yasa(k) süphesiz yasayla ve iktidarla ilgili bir durum. Yasayı / yasağı koyanlar ve buna tabii olanlar vardır. Bu açıdan bakarsak yasak eşitlikçi olmayan ve hiyerarşik bir ilişki biçimini dayatır görünmektedir. Yasa koyma anlamında yasak, kurulu bir düzenin devamlılığını sağamayı amaçlar. Yani bir sistemin kararlı olmasını, ilişkilerin önceden belirlenmiş ve istenen yönlerde şekillenmesini bekler. Yasak, iktidar tarafından üretilen bir şey gibidir; ancak demokratik bir şekilde karar alınarak uygulanan ya da öznenin kendi isteğiyle uyguladığı yasaklar da mevcuttur. Ancak her şekilde bir iktidar oluşmakta ve kendi yasasının dışına çıkma ihtimali olanlara karşı bir yaptırım iddiasında bulunmaktadır. Amaç kendi kurduğu sistemin kararlılığını ve sürekliliğini korumaktır. Bu sistem kişinin ruh dünyası da olabilir, okuldaki ders saatleri de, parktaki çimenlerin yeşiliği ya da devletin resmi ideolojisi de...

Bu kavramsallaştırmadan temellenerek, mimarlık ve tasarım alanında gerek eğtim yıllarında gerekse üretim alanında kararlılığını ve sürekliliğini korumaya çalışan, bu amaçla yasaklar üreten sistemleri keşfetmek önemlidir. Bu irdelemeye öncelikle eğitim yıllarımızdan başlarsak, karşımıza çıkanlar bu güne kadar çeşitli zaman ve şekillerde dillendirilegelmiş söylemler olsa da, değerlendirmelere başlamak adına bize bir altlık oluşturuyor. Özgün kırma çatı takıntısından dem vuruyor , benim ise hatırladığım en çarpıcı örnek taşıyıcı sistem aks aralıklarımızın neredeyse dayatıldığı bir proje.

Özgün: Tasarım her ne kadar doğası gereği özgür düşünceyi gerektirir gözükse de  aslında yine doğası gereği her zaman belirli sınırlayıcılıklar çeçevesinde şekillenmek durumunda. Kendi tecrübeme dayanarak, mimarlık eğitiminin ilk yılı bu anlamda kafa açıcı olarak tabir edilebilir. Sınırlayıcı etmenlerle karşılaşmalar daha ziyade sonraki süreçte gerçekleşiyor. Sanırım öğrenim gördüğüm zamanlara dair “yasak” kelimesini kullanmak biraz sert olur, kelimenin doğrudan karşılığına şahit oldum diyebilmem zor. Aklıma gelen, konuya yakın bir örnek dahilinde, verdiği proje derslerinde çatıya(özellikle kırma çatı) takıntılı olduğu duyumu alınan bir hocamızın dersine iştirak ettiğimde durumun pek de abartılmadığını görmüşlüğümden bahsedebilirim. Bu durumla fazla cebelleşmemek, çatışmamak adına teras, hatta yeşil bitirilmesi proje adına daha uygun olacak çatıyı gizli dere eşliğinde kırma olarak çizip teslim etmiştim. Sanırım tasarımsal yasaklar konusunda bizden bir önceki nesile göre daha şanslı olduğumuz söylenebilir.

Burcu: Öğrenim hayatımda karşılaştıklarımı tam manasıyla “ yasak” olarak tanımlayabilir miyim bilmiyorum, belki de ortamın sınırları demek daha doğru olur; hem eğitim verenlerin hem alanların...Somut bir örnek üzerinden anlatmak gerekirse dönem projelerimizinden birinde proje yürütücümüz taşıyıcı sistemimizde 3'e 5 lik bir aks düzeni talep etmişti. Öğrenci iken bu duruma çok kızmıştık ama şimdi durduğum yerden bakınca kızamıyorum. Çünkü bu yasağı aşmak için çabalayanlar aşmıştı. Ortada yasaktan ziyade “yasaklanmış” hissi ardına sığınmak ve savaşmamak vardı belki de.


İndirgemeci bir yaklaşımla, kırma çatıda ısrarcı olan eğitimci mimarlığın uygulama kıyısına daha yakın duruyor ya da sakın kırma çatı yapmayın diyerek, masum addedilse de yine bir yasak koyan akademisyen ise yenilikçi, arayış içerisindeki entellektüel tavırdan besleniyor. Sonuçta her ekol kendi yasaklarını ve kendi ötekilerini yaratıyor ve hepimiz öğrenim sürecimizde bu gerilimi yaşıyoruz. Proje yürütücülerimiz değiştikçe algımız çeşitleniyor ama bir yandan da yoruluyoruz herkesin kendi doğrularına çekiştirdiği bir dünyada.  Peki ya mezun olunca ne oluyor? Uygulama ile iç içe bir mimar olarak Özgün kendi durduğu yerden baktığında karşısında gördüğü ilk yasakların imar kanunları ve yönetmelikler olduğunu söylüyor.

Özgün: Bir mimar olarak karşılaştığım öncelikli yasaklar imar ve yönetmeliklerdir elbet. Yanlış anlaşılmasın tabi, mesleğimizin yürütülmesine ve yapılı çevrenin sağlıklı bir şekilde gelişmesinde çok önemli bir rol imar ve yönetmeliklerdedir. Zaten sıkıntı da burada başlıyor. Görevi çerçeve çizmek olan bu belgelerin çok daha incelikli düşünülmesi, ve tasarımı özgürleştirici bir niteliğe kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki ülkemizde yönetmeliklerin zaten mimarlar için değil, müteahhitler için hazırlandığı da bir gerçekliktir. Mimarların yapabilirliklerini değil, yüklenicilerin yapamazlıklarını düzenlemek adına hazırlanır bir çok yönetmelik.
Eğer bir müteahhit ile çalışıyorsanız, çoğunlukla bina oturum ve çıkma haklarınızı sonuna kadar kullanmamak da yasaktır örneğin. Hal böyle olunca temel kütle formu aslında daha imar planında belirlenmiş olur. Bir başka durum da kullanıcıların zihinlerindeki yapılı çevre imgesinden kaynaklı yasaklar. Bir müstakil konut projemizde kullanıcı elinde bir fotoğraf eşliğinde gelmişti örneğin, tipik eşit metrekareli iki katın üst üste konduğu, hayallerdeki pembe panjurlu ev tarzında bir yapıydı öykünülen. Oysa biz programı elbet farklı ele almak istedik ve ortaya çıkan ürün  zihinlerindekinden ziyadesiyle farklı olsa da kabul gördü. Aslında insanların düşünceleri ile ortaklaşabilmemiz  gerektiği gibi hayallerini zenginleştirmek de görevimiz diye düşünüyorum. Alışılmış imgeyi hem kendi içimizde hem de tasarıma maruz kalanlar nezdinde kırmaya çalışmak da tasarımı özgürleştirmenin önemli bir parçası.

Buradan hareketle Erdem bir “özgürleştirme misyonu” tanımlıyor ve yasakları yasak diyerek tanımlamamak, iktidar oluşumunun önüne geçerek diyalektik bir süreç dahilinde birbirini besleyen bir akademisyen-öğrenci ilişkisinden bahsediyor. Bu diyalektik ilişki uygulama-akademi ya da yerel yönetim akademi arasında da gelişmeli ve uygulama ile yerel yönetim arasındaki ilişkide iktidarlaşmayı kırmak dahilinde düşünülmeli.

Erdem: Uygulama yapan mimarın, müşterisinin düşünce dünyasını özgürleştirme misyonuna paralel olarak akademisyen de öğrencinin düşünce dünyasına aynı operasyonu uygular/uygulamalıdır. Bu ‘öğretme’den ziyade ‘yasakları kaldırma’ operasyonudur ve iki yönlüdür. Mimar tarafından hem kendine hem de karşı tarafa uygulanır. Bu operasyon ancak iki taraflı olarak uygulandığında taraflar arasındaki iletişimsizliği, sahte teorik-pratik ayrımını ve de ‘yasak koyan iktidar’ oluşumunu engelleme gücüne sahip olabilir.

Özgün'ün de dediği gibi kanunlar ve yönetmelikler hiçbir zaman “tasarım” derdiyle hazırlanmaz. Öte yandan mimarlar da çoğunlukla tabi oldukları bu yönetmeliklere etkide bulunmak, ya da bu çerçevenin sınırlarını zorlamak yönünde etkin bir çaba sarfetmezler. Erdem’in değindiği iletişimsizlik tam bu noktada ortaya çıkıyor. Mimarlık alanının “taraflar”ı bir geri besleme mekanizması ile nitelikli mimarlık için çabalamak ve diyalektik bir sistem kurgulamktansa, karşıtlıklar ve yasaklarla örülü bir sistem ve kimlik kavgası içerisinde belki de “elini taşın altından çekmiş” olmanın hafifiliğini yaşıyorlar. “Böyle gelmiş, böyle gider...” düşüncesi zihinlerde yankılanıyor zaman zaman, elbet gitmiyor, gidemiyor.  

“Yerel yönetimde çalışan mimar” kimliğiyle ilk tanışma sancılarımdan bahsetmem, alanları kutuplaştırma, kimlikleri çatıştırma ve hafifleme durumunu açıklamak açısından önemli görünmekte. Öğrencilik hayatımda bu kadar güçlü farketmediğim “tasarımcı/mimar/entellektüel” kimliğimin kaba bir tabirle “hortlaması” şeklinde başlayan uzun bir alışma süreci geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Yerel yönetim, bakanlık ya da herhangi bir “tasarım ofisi/akademi” dışı çalışma deneyimine atılan her genç mimar gibi ben de mimarlığın “yasak” bölgesine girmiş bulunuyordum. Uzun bir müddet bunu sürekli dile getirmek, orayla bir aidiyet ilişkisini reddetmek ve çevresindekilere orada bulunuşunu meşrulaştırmak çabasında buluyor insan kendini. Sürekli dışarıdan gelen “körelebilirsin” tehditleri “tasarımcı” kimliğine yönelmiş tehlike oklarını işaret ediyor.  Bir an kendimize gelip, tasarımcı kibirimizden sıyrılınca, yasak dediklerimizin aslında kendimize kurduğumuz o zihinsel düzlemde, gölgemiz gibi bizi takip eden kısıtlamalar olduğunu görüyoruz.Yani ilk başta da belirttiğim gibi yerel yönetim kenti planlıyor, bunu plancılar ve mimarlar yapıyor. Velhasıl mimarlık düşünsel bir altyapının uygulanan bir ürüne dönüşmesine tekabul ediyor ve maliyet, müteahhit gibi bize neredeyse düşman olarak belletilen bir çok aktör rol oynuyor. Sonuçta gerçeklikle tanışıp kabullendikçe mesleğimizi irdelemeye, mimar olabilmeye başlıyoruz ve elimizi taşın altına koyuyurouz. Bu bir kahramanlık da değil üstelik. Sadece “tasarımcı” mimar kabuğumuzu çıkarıp portmantoya asıyor ve yapmamız gerekeni yapıyoruz.

Tam bu noktada, mimarın “özünde elit olan” kibirli duruşuna ilişkin “Mimarlık çevrelerinin küçümseyerek ve neredeyse iğrenerek baktığı yapılar, her şeyden önce, kurumsallaşmış mimarlık mesleğinin yol açtığı genel bir çevresel ve estetik bozulmanın ürünleridir” diyor Sibel Bozdoğan2. Peki ya bir uygulamacı mimar olarak Özgün ne düşünüyor? İğrenerek baktığı yapılar var mı mesela? Kendine uygun bulmadığı tipolojiler?

Özgün: Apartmandan kaçmak! “Apartman mimarı” gibi şakayla karışık bir aşağılama tabirinin mesleki ortamımız dahilinde revaçta olduğu bir ülkenin mimarlarıyız. Abartarak söylersek sanki apartman yapmak “mimar”a yasak, o müteahhitlere bırakılmış bir alan. Taşın altına elimizi sokmamız gerekirken uzaktan bakıp yermeyi yeğliyor çoğu meslektaş. Uzaktan bakmayanların da bir çoğu yaygınlaşmış kabullerin, standartlaşmış uygulamaların peşinden gitmekte.  Fakat kabul etmek gerek teknikerden ya da inşaat mühendisinden çıkan bir apartman da mimarın önünden geçiyor sonuçta; ya da o yerdiğimiz apartmanlar da bizatihi mimar ürünü. Hal böyleyken neden yapmak yerine yermek? Hariçten gazel okumadığımıza, biz de mimar olduğumuza göre daha iyisini yapmak mümkünken mücadele etmeye değmez mi? İşte bu kararın alındığı noktada yasaklar devreye giriyor gerçekten, metrekare yasakları, malzeme seçimi yasakları, yönetmelik yasakları. Okulda, keyfimiz yerinde, alanımız genişken hiç balansmanlı merdiven çizmeye gerek duymamış olan bizler örneğin, ister istemez çiziyoruz artık. Zaten kütle kararları üzerinde kayda değer bir tasarrufun olmadığı gerçeği var, çünkü bir müteahhit ile çalışıyorsanız, çoğunlukla bina oturum ve çıkma haklarını sonuna kadar kullanmamak “yasak”. Hal böyle olunca temel kütle formu aslında daha imar planında belirlenmiş oluyor. Yaratıcılık da başka yerlerde aranıyor. Yine de en önemlisi, iyi çalışan düzgün bir bina oldu diyebilmek sanırım, yüzüne baktığımızda içimize sinmeyecek bir bina çizmek zaten elimizden gelmiyor. Bu içsel terazi ise ayrı bir tartışmanın konusu. Bir mimarın Türkiye koşullarında asli görevinin tasarımda çığır açmak olmadığını erken kavradığım için kendi adıma mutluyum diyebilirim. Bizde öncelik düzgün, usturuplu bina yapmaya odaklanıyor. Küçük dokunuşlarla yapılı çevreye bir katkı koyabilmeyi hedefliyoruz.

 Peki bu durumda yaratıcılığı öldürmüş olmuyor muyuz? Yani gerçeklik bir yasak mı yaratıclığın önünde? Yoksa yasak da sürece dair bir dinamik olarak yorumlanabilir mi?

Özgün: Aslında durumu tersten okursak yasaklar da özgürleştirici olabilir, yani yasaklar söz konusuyken ortaya koymaya çalıştığımız bir yapı da tasarım fikrinin gelişmesine katkı koyabilir. Tasarım dünyasında bir değişim varsa ya da olacaksa , bu her halükarda çaba gerektirir. Bizler de bu bağlamda belirli yasaklarla karşı karşıya olsak dahi, bunlarla mücadele edebilme güç ve yetimizi arttırmak yönünde çaba sarfetmeliyiz. Tasarlamak eylemi, bir şekilde herşeyi kendine kaldıraç yapabilecek bir kavrammış gibi geliyor bana. Bu noktada, Teğet Mimarlık’ın bir projelerine dair kısa tanımlamaları geldi aklıma, şöyle diyorlardı Aydın/Akbük’teki projeleri için “Belde belediyelerinin sınırları içerisinde uygulanmasını zorunlu kıldıkları, tam olarak sebebini anlayamadığımız imar kuralları olmasına alışıktık. Proje başladığında belediyeden aldığımız 1-2 sayfalık dokümanda bir sürü madde arasında şuna rastlardık mesela: “çatı yapılması zorunludur.” Konuşunca anladık ki bu, eğimi sabitlenmiş bir beşik çatıdır. Ne var ki Akbük farklıydı. Bize fakslanan sayfada: inşaat alanının 2 kata eşit paylaştırılması gerektiği; beşik çatının alçalan yönünde binadan 3 metre uzağa dairesel kolonlar koyularak arada kalan alanın teras yapılabileceği; kolonlardan da 1,5'ar metre çıkılabileceği; cephede oluşan iri üçgenin içine çatı arası yapılabileceği; çatı terasının kalkan duvarlardan 1'er metre, önden 1,5 metre çekilerek çatı örtüsü içinde bir havuz haline getirileceği yazıyordu. Talimatları yerine getirince bina ortaya çıkmıştı.”


Mimarın yaratıclığının görünür olma mekanı kent ise ve biz kentlerimizden bu denli yakınıyorsak ama bir şey de yapamıyorsak bunu bize kim ya da ne yasaklıyor? Yapıyı arsa sınırlarından belirli metrelerle geri çekiyor olmasak daha mı muhteşem kentler tasarlayacaktık? Belki de “apartman mimarı” kimliğini reddeşimizde ve “tasarımcı” kimliğimize saplanıp kalmamızda bir sorun aramak gerekiyor. Tam da bu  noktada, Atelier Ozone'dan Özgün “Ben “tasarım” kelimesinin üstüne yüklenen ulvi anlamlara belirli bir mesafeden yaklaşmayı tercih ediyorum. Tasarımcı olarak tanımlamam örneğin kendimi, mimar olarak tanımlarım. “Tasarımcı kimliği” fazlaca vurgulanmış ve yer yer şişirilmiş bir kavram bana göre” diyor ve ekliyor;

Mimar, adı üstünde imar eden, tasarlamak da elbet kaçınılmaz olarak gerçekleştirdiğimiz ve kullanageldiğimiz bir fiil, fakat fiilden öteye giden bir kavramsallaştırma haline dönünce zemin kayganlaşıyor. Aslen günümüzde “tasarlamak” kimseye yasak değil, herkes bir şekilde bir şeyler tasarlıyor (“saç” tasarımı, “moda” tasarımı, “organizasyon” tasarımı vs.) “Tasarım”ın üstüne aldığı ulvi anlamların yanında anlamını yitirmesi gibi tersine çalışan bir süreçten de bahsedebiliriz. Bu manada fazlaca ortaklaşmış bir dilden bahsediyoruz. Elbet “tasarım”ların hepsi kendi içinde belirli bir birikim ve yetkinlik düzeyi ile tanımlanma gayretinde. Belki ben de “tasarımcı”dan ziyade “mimar” olarak tanımlarken kendimi, özerk ve yetkin bölgemi koruyorum ve aslında mimarlığı herhangi bir ötekine yasaklıyorum.

De Certaue iktidar ve yasaklar üzerine kurduğu tartışmada stratejileri olan iktidara karşı taktikler geliştirmek ve yasakların aralarından dolanmaktan bahsediyor. Buradan yola çıkarak, gibi Teğet Mimarlık’ın Akbük Evleri örneğinde de görüldüğü gibi, yasak diyerek tabulaştırmadıktan ve bu sayede tasarımcının sırça köşkünde rahat ve hafif bir hayat sürmekten vazgeçtiğimiz takdirde hakikaten yaratıclığı kentin fiziksel mekanına taşımak mümkün görünüyor2. Karşı karşıya olduğumuz çok çeşitli yasakların doğrudan müdahil olabileceğimiz kısımlarını da atlamaksızın mücadele etmek olumlu bir tercih olarak öne çıkmakta. Var olan kısıtlamalara bu açıdan bakıp “iktidarın stratejileri varsa mimarın da taktikleri” var diyerek yaratıclığımızı uygulamaya dökmektense, “zalimin zulmü varsa sevenin allahı var” diyen bir ruh haliyle yakınmanın kimselere faydası yok diye düşünüyoruz. Sonuç olarak mimarlık alanına dair bütüncül bir algı yaratmak, yerel yönetim, akademi, uygulama gibi alt alanların birbirine ördüğü duvarlar aşmak ve mimar olarak kendimizi sürekli yaratıcılığı kısıtlanan tasarımcılar olarak görmekten kurtulmak gerekmekte. Özgün’ün müşterinin zihnindeki imgeleri zenginleştirdiği ve müşterinin Özgün’e istediği yaşam alanını özgürce anlatabildiği, Erdem’in öğreniciyi, ve öğrencinin Erdem’i geliştirdiği ve yerel yönetimin kentin oluşum sürecinde hem akademisyen hem uygulamacı ile çatışmadan var olabildiği bir kavrayışın bir çok “sanal” yasağı çözeceğini düşünüyoruz ve genç mimarlar olarak kendi sınırlarımızı daha geçirgenleştirme çabasını mesleğimiz açısından önemli buluyoruz.



1.BOZDOĞAN, SİBEL ., KASABA, REŞAT.,Türkiiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı Yurt Yayınlar, Türkiye Araştırmaları Dizisi, İstanbul, 2010
2.DE CERTEAU, MICHEL; 1980, Gündelik Hayatın Keşfi-1, Dost Kitabevi Yayınları, 2008, Ankara


25 Nisan 2011 Pazartesi

wrapped inclusion!

ATLAS OF EMOTIONS

ATLAS OF EMOTIONS
                        GUILIANO BRUNO

A BOOK REVIEW
Giuliana Bruno, in her book ‘Atlas of Emotions’, invites the reader to a journey to the history of film and architecture. During this travel she provides the knowledge of how those two fields have been developing each other in a mutual relationship.
In her introduction-prologue- she demonstrates a map of the travel story she offered. She briefly informs us about the possible experiences which are waiting us to discover as we are wandering in that very Visio-spatial story. By the help of etymologies between motion and emotion, and the metaphors between anatomical amphitheater, movie house and architectural space; the author gives clues about how kind of a destination this journey will lead to. It is a destination that will produce a mental map of complex relations between film, architecture, geography and the body as an end product in our minds.
The crucial issues to understand this complex history, which she mentioned in her prologue, are important shifts between some concepts that affected both architecture and film. Namely these important shifts are from optic to haptic, sight to site and perspective gaze to motional viewing.
Through out the text she makes the reader deeply experience those processes by writing in a narrative manner. She is explaining the movies in such a way that the article itself becomes something ‘haptic’, haptic as its Greek etymological connotation of ‘being able to contact with’ as she also mentions.
In the first part called ‘Site-Seeing: The Cine City’ by a ‘erroring’ of words ‘sight’ and ‘site’ she tries to emphasize the transformation of the perception of the space from a defined path to a wandering around. This transition is very much related with the passage from Lacan’s voyeuristic film spectator to Bruno’s spectator as a voyageur.  Then she relates this shift from passive to active with the very basics of ‘modernity’, modern way of urban life and modern architecture. So we enter her cine-city as an active voyageur excited and allured with the motion of the urban life. We are ready to be transported to unexpected narratives of the street walkings through the sites and viewpoints we have never experienced before. We are the ‘mechanical eye’ of Vertov, sometimes on a bike, sometimes on a train and sometimes just wandering around on foot. In this wandering arounds, she takes us to the sequential development of the movie genres in relation to the changing character of the urban life, metropolis or the cine-city. We walk with a woman trying to find her own space in this modern life, we run through the undergrounds of a dark city, and then we feel the emptiness of post war space of Berlin. Bruno, by choosing really proper examples and by successfully visualizing them in our minds, constructs the very deep relation between the narration of a film and the experience of the architectural space. She also mentions how the camera blurred the boundaries between private and public, home and world, interior and exterior. We are really in a surgical operation of the city itself, the architecture and city becomes a tangible body that we cut sections through still images and move them to inhabit them.
Bruno, after discussing the film and architecture at a very theoretical level, juxtaposes them in her comparison between Keisler’s movie house of silence and Loew’s Paradise Theatre at Bronx. Bruno defines the first as saying ‘…architecture must nearly shut-up-and shut itself down. The movie house is the house of silence. As a reader this striking definition makes the boundaries between architecture and film very blur in my mind. The architecture houses the film as it is also housed by the film. Whereas in the latter, the movie house is itself a simulation of urban motion, and it gives relatively narrow space to the movie itself.
In the second part of the article called A Geography of the Moving Images’ she constructs her argument basically on the Eisenstein’s article ‘Montage and Architecture’ putting emphasize on the similarity between montage process and the sequential experience of an architectural ensemble. She relates that pioneer article of Eisenstein with the contemporary tendencies towards the filmic character of architecture. By mentioning Tcshumi’s Parc de la villette and its ‘cinematic promenade’ she points out how architecture embodies the effect of the cinema. This concept is also very much related to Le Corbusier’s architectural promenade and Vertov’s mechanical eye.
Then she connects all keywords that she has been throwing at our faces throughout the text. We are defined as the ‘tourist’ who is wandering around the architectural space as practioner and consumer of the space and we are inhabitants of a narration, we are a character in a film and the city is our stage. So through the blurring boundaries between film and architecture we ‘extend beyond our physical boundaries. After our journey in the Atlas of Emotions we push the limits of all physical and social boundaries and we are embodied with motion and experience. Over it is hard to talk about the relations, similarities or differences between film and architecture anymore. They became a unified body under the concepts of motion and experience in our cognitive maps. 
peki neden word'den kopyala yapıştıra böyle saçmalıyor bu blog? düzelteceğim bir ara...

TRAVELS OF THE CENTRAL CHARACTER BETWEEN DOMUS AND COSMOPOLIS

TRAVELS OF THE CENTRAL CHARACTER

                   BETWEEN DOMUS AND COSMOPOLIS


A BOOK REVIEW OF THE BOOK ‘WHAT IS ARCHİTECTURE’
EDITED BY ANDREW BALLANTYNE

        The book ‘What is Architecture?’ edited by Andrew Ballantyne consists of ten articles written by ten people from different fields of study. The editor, in his book, tries to make the reader question architecture from various points of views. His aim is not to find a unique answer to that question but he wants the reader to develop an integrated outlook for architecture. From various concepts mentioned in the book, creation of spaces out of places through spatial practices comes to the front in terms of architecture’s undeniable relation with place and space concepts. The way the transformations between place and space shape our life-styles and our built-environments is a very crucial point of Ballantyne’s book.

        The definitions of ‘place’ and ‘space’ concepts are stated in a very clear and comprehensible way in the article ‘Spatial Stories’ by Michel De Certeau. According to De Certeau the elements of place can’t be in the same location, they should have their proper and distinct locations. So place can be related with being located. Whereas space can exist in the intersection of many elements which are deployed with movement. From definitions of De Certeau place can be considered as a static co-existence whereas space is the direct result of existence of mobile elements. When those terms are associated with stories ‘space is like the word when it is spoken’ whereas place is the paper on which the text is written.
The reader experiences the text by reading the words just like the traveler experiences the place by practice and movement. So it can be concluded that space is a practiced place2.
        Transformations between place and space can be possible through movement, in De Certeau’s sense through travels. And by those travels the travel stories are obtained which are the spatial experiences that are embedded to a place. This movement can be named as the mobility of the traveler. This mobility is succesfully visualized in Kathleen Anne McHugh’s article ‘The Metaphysics of Housework: Patricia Gruben’s The Central Character’.
The article is developed on the analysis of a short movie ‘The Central Character’ by Patricia Gruben (1977). McHugh presents the movements of a housewife between her house and the woods surrounding it. From the framework of place-space concept the traveler of De Certau in this article presents itself to the reader as the central character. Different spatial experiences of the central character are very crucial to understand the possibilities of a place to contain various spatial characteristics, even the unexpected ones. For example the setting of a table in the woods is not a practice that is expected to be realized in that specific place. This is the direct result of associating certain activities with ceratain places. But McHugh, with this dramatic example, tries to ‘dislocate’ the dogmatic way of approaching to the place-space relations. Only with that wider approach, the capacity of place to be defined by various acts can be understood. De Certau stated for place ‘it thus excludes the possibility of two things being in the same location’. So place can gain mobility and include many stories, only when the central character embedd distinct experiences to it. The travels of the central character writes various spatial stories and defines the place with actions and memories.
Another central character can be Martin Heidegger in a different story of the dwelling. According to Ballantyne, Heidegger’s dwelling is strongly associated with spatial practice in De Certau’s sense. For Ballantyne the experiences in Heidegger’s dwelling transform place into space and this is their common point with De Certau but when compared to the emphasis on mobility in ‘Spatial Stories’ Heidegger has a very different stand. He sees dwelling as the spatial practice of being-in-place. This idea of rootedness3 in Heidegger excludes the possibilities of a place to accomodate unexpected stories. This is the crucial point that puts Heidegger apart from the central character of Patricia Gruben, as I mentioned above.
De Certau in his article makes definitions for the terms home and journey. According to him home is constituted on the basis of walls whereas journey is constituted on the basis of a geographical ‘elsewhere’ or a cosmological ‘beyond’. These definitions can be related to the critics of Heidegger’s limitations to the mobility of space-place transformations, by Leach in his article. Although Heidegger’s dwelling/domus are mentioned as a spatial practice it is too much dependent on belonging to a specific location,which is also mentioned by Jean-Francoise Lyotard as the myth of the domus in Leach’s article as belonging to soil. So the story of the domus can’t contain traveler of De Certau as a central character but it can only contain dweller.
As an alternative to the myth of Domus, Leach presents another story and another central character which is the wanderer. Actually Leach’s wanderer exactly corresponds to De Certeau’s traveler. The story of wanderer takes place in the utopian cosmopolis. As it is clearly understood from the word ‘polis’5 wanderer’s spatial practices are not belonging to soil, to domus. The terms cosmopolis and wanderer are very related to the contemprary society. In contemporary life the way in which we relate to world6 has changed a lot. So the notions of place changed too. It is no more place of origin, birthplace or the soil that we relate ouserlves to, but more mobile phenomena like jobs, education or possessions7. Everything in contemporary society is based on mobility, for example airport lounge is intersection of many travel stories which are identified by departures and arrivals. This example is very striking in terms of understanding the new place transformations which are too much far from Heidegger’s dwelling. The emphasis on movement, interchangebility and possibilities in places and between places has marked the contemprorary way of life.
This change from domus to cosmopolis can also be related with the concept of ‘dislocation’ by Eisenman mentioned in David Goldblatt’s article; ‘The Dislocation of Architectural Self’. The Architectural Self refers to an architecture of everyday practices8  but in a traditional way. So the self that Eisenman aims to dislocate can be associated to Heidegger’s dwelling
From the breakdown in traditional forms of place Eisenman comes to a point of betweeness. According to Eisenman central character is the contained whereas the place is the container, and his concept of betweeness refers to an existence between the contained and the container. Betweeness is related to the capacity of a place to allow possibilites of experiences and this relation is clearly stated by Eisenmann as ‘simultaneity of two traditionally dogmatic states’. This is the point that Eisenman and wanderer of cosmopolis meet, both of them are the actors of a dislocated spatial story. Actually dislocation of the architecture is the dislocation of our dogmatic everyday practices, but it doesn’t set new dogmas; besides it celebrates the simultaneous acts providing the mobility and interchangability as I mentioned above referring to cosmopolis.
‘The very placelessness of contemporary society’ writes Leach ‘has prompted a fresh interest in ‘place’ as ‘difference’9. The wanderer is the placeless, he/she doesn’t belong to any specific place, any specific foundation. This is exactly why it is excluded by dwelling as the foreigner and included to cosmopolis as a possible traveler. The very crucial point behind the transformation of domus to cosmopolis lies in the dislocation of the dogmatic place. Placelessness can be interpreted as homelessness regarding the myth of domus. When domus idea is dislocated then the wanderer comes to front as a central Character of the new placeless/homeless/dwellingless story.
When the contemprorary society is taken into consideration it isn’t possible to relate our existence to the dwelling. By the displacement of physical distance with time distance through new means of transportation and also by mobility of jobs and possesions, people no more dwell but they travel, they wander for the possible ways of ‘livings’. It isn’t implied that we don’t live in homes but we live in homes which are not grounded to the soil with a symbolic implication of any identity. The central characters of the contemprorary society may write their own spatial stories by traveling between many possible experiences that new city life provides. We are homeless and placeless but this doesn’t mean a lacking point, on the contrary our placelessness is our wide-spectrum of possibilities to have various spatial experiences in various places. This placelessness ‘let the other voices speak’, when the others can be both interpreted as the excluded wanderer and also the unexpected spatial experiences.
As questioning the definition(s) of architecture the concepts of practices/ experiences/ stories are very crucial because architecture is directly related with space creation. Architects design their buildings with a scenario for a possible story that is clear on their minds; however various unpredictable stories can take place in their buildings by time. A metaphor mentioned by Ballantyne can make the issue clearer. A hammer is designed for hammering nails, but a murderer can use it for hammering skulls10. So even an object can have unexpected applications. Then how can we deny the spatial possibilities in architecture that is so much dependent on different human experiences in various places? 
Notes:
1 De Certau, Michel; ‘Spatial Stories’ What is Architecture . Ed. Ballantyne, Andrew. p.80
De Certau, Michel; ‘Spatial Stories’ What is Architecture . Ed. Ballantyne, Andrew. p.80
3,4 Leach, Michel; ‘The Dark Side of the Domus’, ‘What is Architecture’ Ed. Ballantyne,Andrew

 polis: city
6,7  Leach, Michel; ‘The Dark Side of the Domus’, ‘What is Architecture’
Ed. Ballantyne, Andrew (p.95)
Goldblatt, David; ‘The Dislocation of The Architectural Self’, ‘What is Architecture’. Ed. Ballantyne, Andrew


Leach, Michel; ‘The Dark Side of the Domus’, ‘What is Architecture’
Ed. Ballantyne,Andrew (p.94)


10 Ballantyne, Andrew. ‘Commentary: The Nest and the Pillar of Fire’. ‘What is Architecture?’
Ed. Ballantyne, Andrew.

REFERENCES
1) Ballantyne, Andrew. ‘Commentary: The Nest and the Pillar of Fire’. ‘What is Architecture?’
Ed. Ballantyne, Andrew.
2) De Certau, Michel; ‘Spatial Stories’ What is Architecture?’ Ed. Ballantyne, Andrew.
3) Goldblatt, David; ‘The Dislocation of The Architectural Self’, ‘What is Architecture?’. Ed. Ballantyne, Andrew
4) Leach, Michel; ‘The Dark Side of the Domus’, ‘What is Architecture?’
Ed. Ballantyne, Andrew
5) McHugh, Kathleen; ‘The Metaphysics of Housework: Patricia Gruben’ Central Character’, ‘What is Architecture?’ Ed. Ballantyne, Andrew

10 Şubat 2011 Perşembe

balkon-sezai karakoç

Balkon

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

Anneler anneler elleri balkonların demirinde


İçimde ve evlerde balkon

Bir tabut kadar yer tutar

Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen

Şezlongunuza uzanır ölü


Gelecek zamanlarda

Ölüleri balkonlara gömecekler

İnsan rahat etmeyecek

Öldükten sonra da


Bana sormayın böyle nereye

Koşa koşa gidiyorum

Alnından öpmeye gidiyorum

Evleri balkonsuz yapan mimarların

19 Ocak 2011 Çarşamba

11 Ocak 2011 Salı

dışardan baktınız mı öyle bitişik nizamdır ya rasimpaşa, ama ada avlularında gerçek üstü bir dünya! nereden çıktı şimdi bu bahçe, öylece çat diye, kentin orta yerinde! töbe töbe!

7 Ocak 2011 Cuma

zavallı memurun yerinde yeller eserken bir eski eser de o esnada çöküyormuş ve aslında zaten yıllar önce....

ve koruma yasalarımız ki onlar hakikaten koruMA yasalarımızdırlar ; "eski eserlerin yerinde yeller esinceye dek çürümelerine.... " çünkü onlar tutucu bir korumacılık ile kızını kimselere göstermeyen bir baba gibi ya da kıskanç bir koca gibi ve bir yapıyı korumanın en iyi yolunun kullanmak olduğundan bi haber insanların ellerinde kıvranan bu zavallı yapılar adeta dikenli teller ardında bir tutukluluk yaşamkta! bir binayı içerisinde yaşayan insanlarından koparan, hali vakti yerinden gideli uzun yıllar olmuş yurdum insanlarına kallavi proje paraları yükeleyen, "bana sormadan boyayamazsın bileee!" diyen bir diktatördür korumaaa! yasaları.
çatısı akan teyzelerin romatizma ağrılarıdır koruma yasaları!
ve kültürel miras denilince hayatının anlamını ararcasına şaşkınlıkla bakan amcaların şuursuzluğudur onlar.
sizin "mecburiyetten" anlattığınız tonlarca koruyalım güzelleşelim hikayenize verilen tokat gibi bir "ama şimdi çatım ne olacak o zaman?" ının naifliğindeki acıdır koruma yasaları!
ve çakma memur bu kanunu şaşkın ve şuursuz ve cahil ve bilinçsiz halka anlatmakla yükümlü ağzıdır devletin para karşılığı sokaklara saldığı.
zavallı çakma memur! korumamak ve insansızlaştırmak için elimizden geleni yaptığımız zavallı yapılar! ve bir gün hepinizin öldüğünü hayal eder durur!!
iki kaderlidir bu eski eser dokusu...ki nasıl bir amnezidir, nasıl bir kutsallaştırmadır bir zamanlar insanların sırf da yaşamlarını idame ettirebilmek adına yaptıkları yapıları eserleştiririz!
ve evet sizin iki adet kaderiniz var...ki bunlardan hiçbiri bir yaşam kurgusunu mekanlaştırmak olamayacaktır!
siz ya damı akan, içi kokan bir fakir fukara meskeni olacaksınız ve sonra size metruk diyeceğiz...ve sonra sizin dramınızı estetize edeceğiz, çünkü biz insanlar bunu böyle yapıyoruz.
siz ya da...eskiden gelen bir soyluluğunuz var ise adı batasıca bir kafe ya da işte kapısının önünden geçilemeyen herhangi bir şey olacaksınız. çünkü yeni ideoloji bu! bir zamanlar batılılaşmanın emrinde köşklerimiz demode iken yapıalack tek şey onlara burun kıvırmakmış da satacak bir 'yeni' bulamayan sermayenin ellerinde şimdi bunlar birer prestij nesnesi olacaktır! illa ki ve heyhat!!
siz ki eskiden içinde yaşananların yerinde yeller esen sevgili eski eserler! siz ki olmayasıcalar!
ve zavallı memur! aynen dikenli tellerin arkasında! böhöhöhö!