dolanmaca, belgelemece, ifşa etmece!

bıdı bıdı bıdı....

1 Mayıs 2011 Pazar

Yassakh kardeşim, yassakh!







Arredamento Mimarlık, 2011 yılı, 4. sayıda, Nisan ayı dergisinde "Yasak!" dosyası kapsamında çıkan yazımızdır, ilk göz ağrımızdır:) Özgün ve Erdemle yazdığımız bu yazı yazma biçimi olarak da deneysel bir çalışma olmuştur bizim için. Tamamen internet üzerinden haberleşerek, üç günde yayınlanabilir bir metne ulaşmak mümkündür. Üretme aşkı fiziksel mekanın sınırlarını aşmıştır, yihuu! Gerekli heyecan ve motivasyon varsa her şey mümkündür. Dergi editörü arkadaşımız Sibel'e de buralardan çok teşekkür ederiz. Hepimize yeni yazılar, bol üretkenlikler dileriz:)




















“ARTIK ÇİZMEYECEĞİM, BÜTÜN KABAHAT BENİM”: 
YASAKLARIMIZ MI KAPRİSLERİMİZ Mİ? 



Mimarların ve mimar adaylarının konuşageldiği, yakındığı bir kavram olmuştur “yasak”. Hep yaratıcılığımızın önüne setler çeken kısıtlamalar, tabular, yasaklar… Peki neden her şey mimarın yaratıcılığına karşı bir savaş açmış gibi durmaktadır? Mimarın yaratıcılığının görünür olma mekanı öncelikle kent ise ve biz kentlerimizden bu denli yakınırken yine de bir şey yapamıyorsak bunu bize kim ya da ne yasaklıyor? Yapıyı, arsa sınırlarından belirli metrelerle geri çekiyor olmasak ya da “buyrun çocuklar, istediğinizi yapın” diyen hocalarımız olsa daha mı muhteşem kentler tasarlayacaktık? Yoksa yasak kavramı daha çok zihnimizde yarattığımız bir durum mu? Bir kentin düzenlenmesi için imar kanunlarının gerekliğ olduğu düşünülürse neden bu düzenlemeler dahilinde yaratıcılık ortaya koyma çabasında değiliz ya da neden akademi ile yerel yönetim bu kadar farklı noktalarında duruyor mimarlığın. Alanların birbirine sırtını dönmediği bir durum, birbirini geri beslediği bir durum yaratmaya balayacağımıza yasakları kabullenip küsmek ne kadar doğru? Uygulamacının akademiyi, akademinin pratiği beğenmediği bir çatışma alanında mimarın kendine ya da kente koyduğu yasaklar film sahnelerinden fırlamış bir “artık sevmeyeceğim” kaprisi ya da çeşitli araçlarla meşrulaştırılmış bir çimlere basma yasağından öteye gitmeyen bir sözde yasaklar alanı olabilir mi?


                                                       imaj 2: http://icmihrak.blogspot.com/

Biz Kültür Üniversitesinden Erdem Üngür, taze mimarlık ofisi Atelier Ozone'dan Özgün Çalışkan ile Kadıköy Belediyesinden ben Burcu Arıkan, hem mimar kimliklerimiz hem de akademisyen, uygulamacı ve belediyeci kimliklerimiz dahilinde tartışmaya başlayıp tüm bu kimliklerin haricinde bir arayışa girerek bu “evli evine, köylü köyüne” tabusunu mimarlık alanındaki yasaklar alanının sorumlusu ilan edip bu durumun altını oymaya çalışacağız. Bu tartışmayı bir ürüne dönüştürürken de tartışma kurgusunu mümkün olduğunca korumaya çalışacağız. Erdem öncelikle “yasak” kavramını kelime anlamından irdelemeye başlayacak,

Erdem: Mimarlık disiplini ortaya çıktığı zamandan beri dünyayla birlikte değişiyor, kutsal olan çoğu şey yıkılıyor, küçümsenen durum ve davranışlar çeperden merkeze kayabiliyor ve yeni kutsallıklar üretilebiliyor. Mimarlık disiplininin epistemolojik alanını oluşturan parçalar ve bunların birbirleriyle ilişkileri sürekli bir değişim halinde. Peki 'yasak' denilen şey bu sürecin neresinde konumlanıyor? Biraz tasarım dünyasından uzaklaşıp “yasak” kavramına odaklanacağım.
Yasa(k) süphesiz yasayla ve iktidarla ilgili bir durum. Yasayı / yasağı koyanlar ve buna tabii olanlar vardır. Bu açıdan bakarsak yasak eşitlikçi olmayan ve hiyerarşik bir ilişki biçimini dayatır görünmektedir. Yasa koyma anlamında yasak, kurulu bir düzenin devamlılığını sağamayı amaçlar. Yani bir sistemin kararlı olmasını, ilişkilerin önceden belirlenmiş ve istenen yönlerde şekillenmesini bekler. Yasak, iktidar tarafından üretilen bir şey gibidir; ancak demokratik bir şekilde karar alınarak uygulanan ya da öznenin kendi isteğiyle uyguladığı yasaklar da mevcuttur. Ancak her şekilde bir iktidar oluşmakta ve kendi yasasının dışına çıkma ihtimali olanlara karşı bir yaptırım iddiasında bulunmaktadır. Amaç kendi kurduğu sistemin kararlılığını ve sürekliliğini korumaktır. Bu sistem kişinin ruh dünyası da olabilir, okuldaki ders saatleri de, parktaki çimenlerin yeşiliği ya da devletin resmi ideolojisi de...

Bu kavramsallaştırmadan temellenerek, mimarlık ve tasarım alanında gerek eğtim yıllarında gerekse üretim alanında kararlılığını ve sürekliliğini korumaya çalışan, bu amaçla yasaklar üreten sistemleri keşfetmek önemlidir. Bu irdelemeye öncelikle eğitim yıllarımızdan başlarsak, karşımıza çıkanlar bu güne kadar çeşitli zaman ve şekillerde dillendirilegelmiş söylemler olsa da, değerlendirmelere başlamak adına bize bir altlık oluşturuyor. Özgün kırma çatı takıntısından dem vuruyor , benim ise hatırladığım en çarpıcı örnek taşıyıcı sistem aks aralıklarımızın neredeyse dayatıldığı bir proje.

Özgün: Tasarım her ne kadar doğası gereği özgür düşünceyi gerektirir gözükse de  aslında yine doğası gereği her zaman belirli sınırlayıcılıklar çeçevesinde şekillenmek durumunda. Kendi tecrübeme dayanarak, mimarlık eğitiminin ilk yılı bu anlamda kafa açıcı olarak tabir edilebilir. Sınırlayıcı etmenlerle karşılaşmalar daha ziyade sonraki süreçte gerçekleşiyor. Sanırım öğrenim gördüğüm zamanlara dair “yasak” kelimesini kullanmak biraz sert olur, kelimenin doğrudan karşılığına şahit oldum diyebilmem zor. Aklıma gelen, konuya yakın bir örnek dahilinde, verdiği proje derslerinde çatıya(özellikle kırma çatı) takıntılı olduğu duyumu alınan bir hocamızın dersine iştirak ettiğimde durumun pek de abartılmadığını görmüşlüğümden bahsedebilirim. Bu durumla fazla cebelleşmemek, çatışmamak adına teras, hatta yeşil bitirilmesi proje adına daha uygun olacak çatıyı gizli dere eşliğinde kırma olarak çizip teslim etmiştim. Sanırım tasarımsal yasaklar konusunda bizden bir önceki nesile göre daha şanslı olduğumuz söylenebilir.

Burcu: Öğrenim hayatımda karşılaştıklarımı tam manasıyla “ yasak” olarak tanımlayabilir miyim bilmiyorum, belki de ortamın sınırları demek daha doğru olur; hem eğitim verenlerin hem alanların...Somut bir örnek üzerinden anlatmak gerekirse dönem projelerimizinden birinde proje yürütücümüz taşıyıcı sistemimizde 3'e 5 lik bir aks düzeni talep etmişti. Öğrenci iken bu duruma çok kızmıştık ama şimdi durduğum yerden bakınca kızamıyorum. Çünkü bu yasağı aşmak için çabalayanlar aşmıştı. Ortada yasaktan ziyade “yasaklanmış” hissi ardına sığınmak ve savaşmamak vardı belki de.


İndirgemeci bir yaklaşımla, kırma çatıda ısrarcı olan eğitimci mimarlığın uygulama kıyısına daha yakın duruyor ya da sakın kırma çatı yapmayın diyerek, masum addedilse de yine bir yasak koyan akademisyen ise yenilikçi, arayış içerisindeki entellektüel tavırdan besleniyor. Sonuçta her ekol kendi yasaklarını ve kendi ötekilerini yaratıyor ve hepimiz öğrenim sürecimizde bu gerilimi yaşıyoruz. Proje yürütücülerimiz değiştikçe algımız çeşitleniyor ama bir yandan da yoruluyoruz herkesin kendi doğrularına çekiştirdiği bir dünyada.  Peki ya mezun olunca ne oluyor? Uygulama ile iç içe bir mimar olarak Özgün kendi durduğu yerden baktığında karşısında gördüğü ilk yasakların imar kanunları ve yönetmelikler olduğunu söylüyor.

Özgün: Bir mimar olarak karşılaştığım öncelikli yasaklar imar ve yönetmeliklerdir elbet. Yanlış anlaşılmasın tabi, mesleğimizin yürütülmesine ve yapılı çevrenin sağlıklı bir şekilde gelişmesinde çok önemli bir rol imar ve yönetmeliklerdedir. Zaten sıkıntı da burada başlıyor. Görevi çerçeve çizmek olan bu belgelerin çok daha incelikli düşünülmesi, ve tasarımı özgürleştirici bir niteliğe kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki ülkemizde yönetmeliklerin zaten mimarlar için değil, müteahhitler için hazırlandığı da bir gerçekliktir. Mimarların yapabilirliklerini değil, yüklenicilerin yapamazlıklarını düzenlemek adına hazırlanır bir çok yönetmelik.
Eğer bir müteahhit ile çalışıyorsanız, çoğunlukla bina oturum ve çıkma haklarınızı sonuna kadar kullanmamak da yasaktır örneğin. Hal böyle olunca temel kütle formu aslında daha imar planında belirlenmiş olur. Bir başka durum da kullanıcıların zihinlerindeki yapılı çevre imgesinden kaynaklı yasaklar. Bir müstakil konut projemizde kullanıcı elinde bir fotoğraf eşliğinde gelmişti örneğin, tipik eşit metrekareli iki katın üst üste konduğu, hayallerdeki pembe panjurlu ev tarzında bir yapıydı öykünülen. Oysa biz programı elbet farklı ele almak istedik ve ortaya çıkan ürün  zihinlerindekinden ziyadesiyle farklı olsa da kabul gördü. Aslında insanların düşünceleri ile ortaklaşabilmemiz  gerektiği gibi hayallerini zenginleştirmek de görevimiz diye düşünüyorum. Alışılmış imgeyi hem kendi içimizde hem de tasarıma maruz kalanlar nezdinde kırmaya çalışmak da tasarımı özgürleştirmenin önemli bir parçası.

Buradan hareketle Erdem bir “özgürleştirme misyonu” tanımlıyor ve yasakları yasak diyerek tanımlamamak, iktidar oluşumunun önüne geçerek diyalektik bir süreç dahilinde birbirini besleyen bir akademisyen-öğrenci ilişkisinden bahsediyor. Bu diyalektik ilişki uygulama-akademi ya da yerel yönetim akademi arasında da gelişmeli ve uygulama ile yerel yönetim arasındaki ilişkide iktidarlaşmayı kırmak dahilinde düşünülmeli.

Erdem: Uygulama yapan mimarın, müşterisinin düşünce dünyasını özgürleştirme misyonuna paralel olarak akademisyen de öğrencinin düşünce dünyasına aynı operasyonu uygular/uygulamalıdır. Bu ‘öğretme’den ziyade ‘yasakları kaldırma’ operasyonudur ve iki yönlüdür. Mimar tarafından hem kendine hem de karşı tarafa uygulanır. Bu operasyon ancak iki taraflı olarak uygulandığında taraflar arasındaki iletişimsizliği, sahte teorik-pratik ayrımını ve de ‘yasak koyan iktidar’ oluşumunu engelleme gücüne sahip olabilir.

Özgün'ün de dediği gibi kanunlar ve yönetmelikler hiçbir zaman “tasarım” derdiyle hazırlanmaz. Öte yandan mimarlar da çoğunlukla tabi oldukları bu yönetmeliklere etkide bulunmak, ya da bu çerçevenin sınırlarını zorlamak yönünde etkin bir çaba sarfetmezler. Erdem’in değindiği iletişimsizlik tam bu noktada ortaya çıkıyor. Mimarlık alanının “taraflar”ı bir geri besleme mekanizması ile nitelikli mimarlık için çabalamak ve diyalektik bir sistem kurgulamktansa, karşıtlıklar ve yasaklarla örülü bir sistem ve kimlik kavgası içerisinde belki de “elini taşın altından çekmiş” olmanın hafifiliğini yaşıyorlar. “Böyle gelmiş, böyle gider...” düşüncesi zihinlerde yankılanıyor zaman zaman, elbet gitmiyor, gidemiyor.  

“Yerel yönetimde çalışan mimar” kimliğiyle ilk tanışma sancılarımdan bahsetmem, alanları kutuplaştırma, kimlikleri çatıştırma ve hafifleme durumunu açıklamak açısından önemli görünmekte. Öğrencilik hayatımda bu kadar güçlü farketmediğim “tasarımcı/mimar/entellektüel” kimliğimin kaba bir tabirle “hortlaması” şeklinde başlayan uzun bir alışma süreci geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Yerel yönetim, bakanlık ya da herhangi bir “tasarım ofisi/akademi” dışı çalışma deneyimine atılan her genç mimar gibi ben de mimarlığın “yasak” bölgesine girmiş bulunuyordum. Uzun bir müddet bunu sürekli dile getirmek, orayla bir aidiyet ilişkisini reddetmek ve çevresindekilere orada bulunuşunu meşrulaştırmak çabasında buluyor insan kendini. Sürekli dışarıdan gelen “körelebilirsin” tehditleri “tasarımcı” kimliğine yönelmiş tehlike oklarını işaret ediyor.  Bir an kendimize gelip, tasarımcı kibirimizden sıyrılınca, yasak dediklerimizin aslında kendimize kurduğumuz o zihinsel düzlemde, gölgemiz gibi bizi takip eden kısıtlamalar olduğunu görüyoruz.Yani ilk başta da belirttiğim gibi yerel yönetim kenti planlıyor, bunu plancılar ve mimarlar yapıyor. Velhasıl mimarlık düşünsel bir altyapının uygulanan bir ürüne dönüşmesine tekabul ediyor ve maliyet, müteahhit gibi bize neredeyse düşman olarak belletilen bir çok aktör rol oynuyor. Sonuçta gerçeklikle tanışıp kabullendikçe mesleğimizi irdelemeye, mimar olabilmeye başlıyoruz ve elimizi taşın altına koyuyurouz. Bu bir kahramanlık da değil üstelik. Sadece “tasarımcı” mimar kabuğumuzu çıkarıp portmantoya asıyor ve yapmamız gerekeni yapıyoruz.

Tam bu noktada, mimarın “özünde elit olan” kibirli duruşuna ilişkin “Mimarlık çevrelerinin küçümseyerek ve neredeyse iğrenerek baktığı yapılar, her şeyden önce, kurumsallaşmış mimarlık mesleğinin yol açtığı genel bir çevresel ve estetik bozulmanın ürünleridir” diyor Sibel Bozdoğan2. Peki ya bir uygulamacı mimar olarak Özgün ne düşünüyor? İğrenerek baktığı yapılar var mı mesela? Kendine uygun bulmadığı tipolojiler?

Özgün: Apartmandan kaçmak! “Apartman mimarı” gibi şakayla karışık bir aşağılama tabirinin mesleki ortamımız dahilinde revaçta olduğu bir ülkenin mimarlarıyız. Abartarak söylersek sanki apartman yapmak “mimar”a yasak, o müteahhitlere bırakılmış bir alan. Taşın altına elimizi sokmamız gerekirken uzaktan bakıp yermeyi yeğliyor çoğu meslektaş. Uzaktan bakmayanların da bir çoğu yaygınlaşmış kabullerin, standartlaşmış uygulamaların peşinden gitmekte.  Fakat kabul etmek gerek teknikerden ya da inşaat mühendisinden çıkan bir apartman da mimarın önünden geçiyor sonuçta; ya da o yerdiğimiz apartmanlar da bizatihi mimar ürünü. Hal böyleyken neden yapmak yerine yermek? Hariçten gazel okumadığımıza, biz de mimar olduğumuza göre daha iyisini yapmak mümkünken mücadele etmeye değmez mi? İşte bu kararın alındığı noktada yasaklar devreye giriyor gerçekten, metrekare yasakları, malzeme seçimi yasakları, yönetmelik yasakları. Okulda, keyfimiz yerinde, alanımız genişken hiç balansmanlı merdiven çizmeye gerek duymamış olan bizler örneğin, ister istemez çiziyoruz artık. Zaten kütle kararları üzerinde kayda değer bir tasarrufun olmadığı gerçeği var, çünkü bir müteahhit ile çalışıyorsanız, çoğunlukla bina oturum ve çıkma haklarını sonuna kadar kullanmamak “yasak”. Hal böyle olunca temel kütle formu aslında daha imar planında belirlenmiş oluyor. Yaratıcılık da başka yerlerde aranıyor. Yine de en önemlisi, iyi çalışan düzgün bir bina oldu diyebilmek sanırım, yüzüne baktığımızda içimize sinmeyecek bir bina çizmek zaten elimizden gelmiyor. Bu içsel terazi ise ayrı bir tartışmanın konusu. Bir mimarın Türkiye koşullarında asli görevinin tasarımda çığır açmak olmadığını erken kavradığım için kendi adıma mutluyum diyebilirim. Bizde öncelik düzgün, usturuplu bina yapmaya odaklanıyor. Küçük dokunuşlarla yapılı çevreye bir katkı koyabilmeyi hedefliyoruz.

 Peki bu durumda yaratıcılığı öldürmüş olmuyor muyuz? Yani gerçeklik bir yasak mı yaratıclığın önünde? Yoksa yasak da sürece dair bir dinamik olarak yorumlanabilir mi?

Özgün: Aslında durumu tersten okursak yasaklar da özgürleştirici olabilir, yani yasaklar söz konusuyken ortaya koymaya çalıştığımız bir yapı da tasarım fikrinin gelişmesine katkı koyabilir. Tasarım dünyasında bir değişim varsa ya da olacaksa , bu her halükarda çaba gerektirir. Bizler de bu bağlamda belirli yasaklarla karşı karşıya olsak dahi, bunlarla mücadele edebilme güç ve yetimizi arttırmak yönünde çaba sarfetmeliyiz. Tasarlamak eylemi, bir şekilde herşeyi kendine kaldıraç yapabilecek bir kavrammış gibi geliyor bana. Bu noktada, Teğet Mimarlık’ın bir projelerine dair kısa tanımlamaları geldi aklıma, şöyle diyorlardı Aydın/Akbük’teki projeleri için “Belde belediyelerinin sınırları içerisinde uygulanmasını zorunlu kıldıkları, tam olarak sebebini anlayamadığımız imar kuralları olmasına alışıktık. Proje başladığında belediyeden aldığımız 1-2 sayfalık dokümanda bir sürü madde arasında şuna rastlardık mesela: “çatı yapılması zorunludur.” Konuşunca anladık ki bu, eğimi sabitlenmiş bir beşik çatıdır. Ne var ki Akbük farklıydı. Bize fakslanan sayfada: inşaat alanının 2 kata eşit paylaştırılması gerektiği; beşik çatının alçalan yönünde binadan 3 metre uzağa dairesel kolonlar koyularak arada kalan alanın teras yapılabileceği; kolonlardan da 1,5'ar metre çıkılabileceği; cephede oluşan iri üçgenin içine çatı arası yapılabileceği; çatı terasının kalkan duvarlardan 1'er metre, önden 1,5 metre çekilerek çatı örtüsü içinde bir havuz haline getirileceği yazıyordu. Talimatları yerine getirince bina ortaya çıkmıştı.”


Mimarın yaratıclığının görünür olma mekanı kent ise ve biz kentlerimizden bu denli yakınıyorsak ama bir şey de yapamıyorsak bunu bize kim ya da ne yasaklıyor? Yapıyı arsa sınırlarından belirli metrelerle geri çekiyor olmasak daha mı muhteşem kentler tasarlayacaktık? Belki de “apartman mimarı” kimliğini reddeşimizde ve “tasarımcı” kimliğimize saplanıp kalmamızda bir sorun aramak gerekiyor. Tam da bu  noktada, Atelier Ozone'dan Özgün “Ben “tasarım” kelimesinin üstüne yüklenen ulvi anlamlara belirli bir mesafeden yaklaşmayı tercih ediyorum. Tasarımcı olarak tanımlamam örneğin kendimi, mimar olarak tanımlarım. “Tasarımcı kimliği” fazlaca vurgulanmış ve yer yer şişirilmiş bir kavram bana göre” diyor ve ekliyor;

Mimar, adı üstünde imar eden, tasarlamak da elbet kaçınılmaz olarak gerçekleştirdiğimiz ve kullanageldiğimiz bir fiil, fakat fiilden öteye giden bir kavramsallaştırma haline dönünce zemin kayganlaşıyor. Aslen günümüzde “tasarlamak” kimseye yasak değil, herkes bir şekilde bir şeyler tasarlıyor (“saç” tasarımı, “moda” tasarımı, “organizasyon” tasarımı vs.) “Tasarım”ın üstüne aldığı ulvi anlamların yanında anlamını yitirmesi gibi tersine çalışan bir süreçten de bahsedebiliriz. Bu manada fazlaca ortaklaşmış bir dilden bahsediyoruz. Elbet “tasarım”ların hepsi kendi içinde belirli bir birikim ve yetkinlik düzeyi ile tanımlanma gayretinde. Belki ben de “tasarımcı”dan ziyade “mimar” olarak tanımlarken kendimi, özerk ve yetkin bölgemi koruyorum ve aslında mimarlığı herhangi bir ötekine yasaklıyorum.

De Certaue iktidar ve yasaklar üzerine kurduğu tartışmada stratejileri olan iktidara karşı taktikler geliştirmek ve yasakların aralarından dolanmaktan bahsediyor. Buradan yola çıkarak, gibi Teğet Mimarlık’ın Akbük Evleri örneğinde de görüldüğü gibi, yasak diyerek tabulaştırmadıktan ve bu sayede tasarımcının sırça köşkünde rahat ve hafif bir hayat sürmekten vazgeçtiğimiz takdirde hakikaten yaratıclığı kentin fiziksel mekanına taşımak mümkün görünüyor2. Karşı karşıya olduğumuz çok çeşitli yasakların doğrudan müdahil olabileceğimiz kısımlarını da atlamaksızın mücadele etmek olumlu bir tercih olarak öne çıkmakta. Var olan kısıtlamalara bu açıdan bakıp “iktidarın stratejileri varsa mimarın da taktikleri” var diyerek yaratıclığımızı uygulamaya dökmektense, “zalimin zulmü varsa sevenin allahı var” diyen bir ruh haliyle yakınmanın kimselere faydası yok diye düşünüyoruz. Sonuç olarak mimarlık alanına dair bütüncül bir algı yaratmak, yerel yönetim, akademi, uygulama gibi alt alanların birbirine ördüğü duvarlar aşmak ve mimar olarak kendimizi sürekli yaratıcılığı kısıtlanan tasarımcılar olarak görmekten kurtulmak gerekmekte. Özgün’ün müşterinin zihnindeki imgeleri zenginleştirdiği ve müşterinin Özgün’e istediği yaşam alanını özgürce anlatabildiği, Erdem’in öğreniciyi, ve öğrencinin Erdem’i geliştirdiği ve yerel yönetimin kentin oluşum sürecinde hem akademisyen hem uygulamacı ile çatışmadan var olabildiği bir kavrayışın bir çok “sanal” yasağı çözeceğini düşünüyoruz ve genç mimarlar olarak kendi sınırlarımızı daha geçirgenleştirme çabasını mesleğimiz açısından önemli buluyoruz.



1.BOZDOĞAN, SİBEL ., KASABA, REŞAT.,Türkiiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı Yurt Yayınlar, Türkiye Araştırmaları Dizisi, İstanbul, 2010
2.DE CERTEAU, MICHEL; 1980, Gündelik Hayatın Keşfi-1, Dost Kitabevi Yayınları, 2008, Ankara