dolanmaca, belgelemece, ifşa etmece!

bıdı bıdı bıdı....

9 Mart 2010 Salı


sevgili hakkı yırtıcı ve mekanar ekibine benden hediye olsun:D hesapladım hesapladım…hakkaten “mind the gap” sayın yırtıcı “mind the gap” !!! kentsel planlama bölgeleri dedikleriniz bildiğin mahaller yahu..yani ben de biristanbul turu mu yapsam dedim içimden…maslak, şişli,taksim, talabaşı, kabataş..gider de gider:D… bir de bir ton ofisten arkadaş ayarlarım, yarım saat anlatırlar işte, oh mis vallahi:)) çok beğendim çoook! takdir ediyorum bu sorgulanmayacağından bu derece emin oluşun ve adın sanın verdiği rahatlığı…arkadaşlar londra metroları “mind the gap” dedikçehep bir ağızdan 1000 pound 1000 pound deyin siz de benim yerime;)

hayal eden bir kadın, tasarlayan bir mimar ve gerçek bir hayat kugusuna kabuk bir ev!



bu evin hikayesi belki de mimarlık tarihinde beni en çok etkileyen hikayeydi. Sevgili Belgin Hocam sayesinde tanışmıtım bu evle, ama bir bina olmanın ötesinde bir tanışıklık, bahsettiğim...bir kadının ideallerinin inşaasıydı Schröder Evi!
Rietveld mimardı ama evi şekillendiren ikisinin ilişkisi ve bayan schröder'in zihnindeki aile hayatı imgesiydi. o oda oda bir hayat istemiyordu, aile içi hiyerarşi de değildi hayalleri...onun kurgusunda açık plan vardı ve çocuklar bu mekanda tüm entellektüel tartışmalara şahit oluyordu...çocuklarını bakıcıya bırakan burjuva aile modelinden haz etmiyordu ve çocuk yetiştirmenin başkasına bırakılamayacak ciddi bir iş olduğunun farkındaydı. mimar il birlikte konuşarak, tartışarak, hayal kurarak bir "ev" tasarladılar, gerçek bir ev, bir hayata kabuk olmaya kadir bir ev! ve sonuçta bize sadece de stijl kelimesiyle aktarılan bu ev çıktı...arkasında muhteşem bir kadın vardı, o kadının hayalleri ve cesareti. o mahallede, tuğladan sıra evlerin içnde varlığını öyle kararlı ortaya koyabilen bir ev! ve o evde yazarlar, ressamlar, mimarlar, çocuklar, büyükler, hepsi aynı mekanda büyüsündü, birbilerinden öğrensindi..çocukların kırmasından korkulacak saçma sapan süsler olmasındı, herkes özgürce evinde hissedebilsindi...
işte bence mimarlık tarihi de buydu, binaları hikayeleriyle anlamak, imajına değil kurgusuna bakmak..ve bu yüzden Belgin Hocam da en az Truss Schröder kadar etkilemişti beni.
kadın, mimar, ev...birlikte olabiliriz ve beraber hayatımızı kurgulayabiliriz..buna inanmak en önemlisi...


"Truss Schroder 1924 yılında evinin projesini tasarlaması için G: Rietveld ile anlaşmıştır. Müşteri ve mimarın uyumlu çalışabileceğine en iyi örnek olarak gösterilen evin daha proje aşamasında mimarlık için bir prototip olacağı belliydi ve Rietveld bu bina ile De Stijl le tanıştı."
http://www.arkitera.com/v1/gununsorusu/2001/07/07.htm

bir de Han Tümertekin bizi Foucault ve Derrida'dan daha çok mutlu edermiş, aklınızda bulunsun...



*Nevzat Sayın evidea projesini tasarlarken Karl Marx Hof'tan esinlemniş...ah Kızıl Viyana ah, tarih nelere kadir görüyor musun?

*Han Tümertekin bizimle çok değerli bir anektod paylaştı...
işveren: ya elimizde 8 tane 4+1 kaldı, ama 2+1 ler acayip talep gördü, bunları hemen 2+1 e çevirsek...
h.t: olur, ne zamana?
işveren: işte saat 11, öğleden sonra falan yollarsınız?
saat 13.00
h.t: tamam, gönderdik..
saat 17.00
iş veren: hepsi satıldı!!
ve han tümertekin bu deneyimi tasarımsal açıdan çok provake edici bulmuş, ben de çok provake edici buldum, siz??

*aynı Han Tümertekin' e göre piyasa baskısı ile arazi eğimi aynı şeymiş, tasarım girdisi canııım...

*hele Boran Ekinci! dünyaya Boran Ekinci gelmek lazımmış! " hayatın gerçekleri canıııım, siz de amma abarttınız" diyerek ve aralıksız -farkında bile olduğunu sanmadığım- "dünyanın acınacak haline" sırıtarak "ben de kapalı sitede oturuyorum canııım, ne var" diyerek çıkmış işin içinden! ohh vallahi dünya sana güzel sevgili Ekinci!

*Han Tümertekin lavabo aynasından yansıttığı bir manzara parçasıyla o evde yaşayan adamı öyle bir mutlu edermiş ki o adamın o gün toplum için neler yapabileceğini hayal bile edemezmiş! hmmm...kendisinin tasarladığı sitelerde oturduğunu zikrettiği CEO ların topluma faydalarını ben de hayal edemedim doğrusu, katılıyorum sayın Tümertekin!

*sonra bitmemiş mutluluk tacirliği...Ekinci patlatmış bombaları..sürdürülebilirlik?? demiş, muhtemelen 10-20 yıl sonra çöküntü bölgesi olacak, dinamitlenecek belki bunlar, ama beni bugün ilgilendirir, şuan orada yaşayanlar mutlu..demiş!!

*bir de Han Tümertekin bizi Foucault ve Derrida'dan daha çok mutlu edermiş, aklınızda bulunsun...

sizi bilmem de ben bir tuhaf oldum...orman dediler tık yok..su dediler tık yok..mimarın sosyal rolü...tık yok..biraz biraz nevzat sayın duruma ayıktı da diğerleri gönüllü bir uykuda! ortadaki durum şuydu, bu mimarlar ucu bucağı belirsi bu gidişatta sermayeyle danışıklı dövüşte tasarımsal deneyler peşndeyken hiç umurlarında değilmiş kentin tükenen kaynakları, örülen duvarlar...hatta Ekinci dikenli tel mevzusunu baya mantıklı buluyormuş...ve bunu söylerken öyle güler yüzlüydü ki!! neyse işte...beni bir keder sardı ve bir kızgınlık! bu mudur dedim, bu mudur??

mimarlık mimarlık dediğin neydi ki? ben bilemedim bilen var mı??

30 Ocak 2010 Cumartesi

ankara hikayeleri-1



Rengarenk Ulusta, kullanılamayanların bahçesinde bir çocuk.. Fotoğraf çektirmeye bu kadar hevesliyken, hayatın tedirginliği yüzüne yansımış çocuk..

diyar-ı bekr

Uçağın bir saatliğine mekan duygunu kaybettirmesine izin verdikten sonra, daha önce hiç gitmediğin bir yere gitmek, hele hele daha önce görmediğin için bulunduğun yeri yadırgamana neden olacak bir yere gitmek, ve bu şehir hakkında geçmişi bilip şu anını bilmemek, bilsen de geçmişini görememiş olmak gibi kafanda sallanıp duran düşüncelere kapılmak deneyimi ne denli etkiliyor sorusuna cevap vermeni zorlaştırıyor. Sadece ikinci defa gitmeyi beklemeni olanaklı kılıyor belki de..
Yapılan geziler, görülen binalar, çekilen fotoğraflar kiminle birlikte bu aktiviteleri yaptığına göre şekilleniyor.. Docomomo için yapılan gezi, benim gözümde farklı bölümlerden oluştu böylelikle. İlk kısımda Dicle Üniversitesi ayağı olan Docomomo sunuşları yer aldı. Yer aldı almasına da bu kadar farklı bir yere gelmişken bir salonda toplanıp farklı noktalardan gelen mimarlarla binaların resimlerine bakıp hikayelerini dinlemek pek olanaklı olamadı benim için.. İnsan bilmediği bir yerde hem de göresi çok yerler, binalar, önceden yaşanmışlıklar varken bilgisayardan çıkan resimler pek ilgisini çekemiyor. O bölüm benim adıma hatırlanmak için pek olanaklı değil. Zaten insan hatırladığı kadar anlatabiliyor.
İkinci bölüm Mardin gezisiydi.. Ee, insan diyarbakıra kadar gelmişken aradaki bir saati daha dolmuşla geçirmeye hemen hevesleniveriyor.. Aslında Mardin'i görmeyi zaten hep istemiştim. Geçirdiğim 4 saat sonuçta çok önemli veriler sağlamadı bende.. Dediğim gibi sanki diyarbakır, mardin için bir öngezi yaptım gibi.. Bu bana karşılaştırma olanağı sağladı ama, diyarbakırı daha iyi anlamamı, hatta farklılaştırmamı. Bu kadar yakınken birbirinden bu kadar farklı insanlar olduklarını en çok da.. Sonuçta, coğrafi yakınlık bir birlikteliği her zaman getiriyor gibiydi gözümde, ama öle değildi oralarda.. Mardin bir değişikti mesela.. Belki topografik özelliklerinden, belki de mimarisinden, ama insanlar da bir değişikti, bana göre.. Halbuki, beklediğim değişik şehir diyarbakırdı.. Birisi Kürt, birisi Arap çoğunlukta muhtemelen, evet farkedilebilirdi zaten sokakta konuşulan dillerle.. Arap daha uzakmış bana ki farklı gelmiş.. Ama bu farklılık bir ötekileştirme durumu değil, o kadar çok sevdim ki ordaki dil çokluğunu, oradaki sevimli atölye amcalarını, çocuklarını, o mutlu gözüken insanları.. Bir mutluluk vardı Mardin'de.. Sokakta bu kadar çok kadını bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. Zaten eski bir camide güvenlik görevlisi olarak çalışan abi de aynısını söyledi, karımı bu şehire geldiğimden beri görmüyorum dedi.. İç rahat insanların, korku yok, gerginlik yok.. Ve bu mutluluk insanların yüzlerine yansımış..
Ya Diyarbakır? Duyduklarıma göre, eskiden çok gerginmiş oralar, insanlar sokaklarda bile dolaşmazmış bu kadar, hayatlarına yansımış gerginlik.. Şimdi ise, bu kadar rahat görmek oraları şaşırttı bizimkini, yaşanan açılımın bu kadar umut getirdiğini görmek.. Herkes umutlu, heyecanlı.. Tabii bir bıkkınlık var, taksi şoförü bir maçtan bahsederken bile bu kadar gerginlik olacaksa oynamasın diyarbakırspor diyordu.. İçi burkuluyor insanın, düşünmek bile istemiyor..
Kale dışını gezerken farklı şeyler hissettiriyor Diyarbakır, kale içini gezerken başka.. Burçlara çıkmak, o dümdüz ovayı görmek, hanlarda oturmak, üstünde hem Atatürkün hem "diğerlerinin" bulunduğu halıları görmek, taşıyla inşa edilmiş o simsiyah Diyarbakır bir değişik.. Hele Bienal'de izlediğin bir videonun yerine gitmek, gittiğin vakit de akşam ise, hava kararıyor ise daha bir başka.. Hissettiklerin, korkuların.. O cezaevi duvarında hayal ettiğin Foucault posteri, onu taşlayan çocuk, bir türkü çığıran çocuk.. olmamalarına rağmen ordaymış gibi gerilmek.. Tepesi açık olsa da restorasyon yapılıyor olsa da içine girip hava karanlıkken bir cezaevinde bulunmak.. Yaşanmış olabilecekleri kafanda canlandırmamaya gayretle hemen çıkıvermek.. O anı beyninden çıkarıp bir videoya kaydetme isteği.. Zaten kaydedilmeli ki, unutulmamalı.. O restorasyon alanı bile unutulmuş halbuki.. Oraları bekleyen çocuk, ya da adam mı demeliyim bilemedim, gelmiyorlar dedi aylardır, devam etmez böyle dedi.. Hep böyle yaparlar, yarım bırakırlar dedi.. Çok eskilerden bir de kilise vardı yakınında.. İşkencelerin bir kısmı da orada yapılırmış.. O yüksek, sessiz, insanın içini sıkan kilise.. Yaşananlar, deneyimler sadece akılda kalmıyor gibiydi.. Duvarlara, taşlara yansımıştı, içlerine sinmişti.. İşkence denmeden dahi, dinsel bir sembol olan kilisede insan sıkılmaya başlıyordu.. Evet, havanın kararması bir etkendi.. Ama oralar o havadan daha karanlıktı!
Fotoğraf dahi çekemedim, evet karanlık çıkacaktı çekseydim ama anılarımda değil o zaman hep karanlık kalacak gibi geldi..
Aydınlık fotoğraflarını buldum.. O fotoğrafları ben çekmediğimden mi, yoksa ne bienal videosunun ne de yaşanmışlıklara uymamasının mı etkisindendir bilemedim ama olmadı işte, ne zaman baksam benim gittiğim yer farklı gibi geldi..





Orduevinin yeri, polisin yeri.. Ne kadar önemsiz bizim için, ankarada istanbulda gezerken.. Ama bir Diyarbakırlı şehri gezdirirken bunları gösteriyor sana.. Burası Jitemdi diyor, bak burası da meydandaki orduevi..
Bir çay içelim mi diyorsun ve ardından o içimi çok zor olan çaydan yudumluyorsun birlikte.. Ama umut var.. En azından vardı.. Bundan bir iki ay öncesine kadar vardı..
Bir arkadaş edindim kendime.. Adı Roza..


Edit: Kelimeler benim için doğru araç değildir belki.. fotoğrafların invert hali bende yarattığı diyarbakır cezaevinin imajını daha iyi anlatabilir gibi..




Hangisi gerçek?



18 Ocak 2010 Pazartesi

inovatif.. sosyal.. ekolojik.. ?? (foto)




elimdeki verileri hala bir çerçevede toparlayamadım ama viyana toplu konut örneklerinden fotoğraf yükleyeceğimi söylemiştim istek üzerine.. biraz geç oldu kusuruma bakmayın.. hem domuz gribi oldum sanırım, hem de bir anda yoğunlaştım..
çok fazla fotoğraf yerine, kaliteli olanlardan koyuyorum..